Resim

Resim

24 Aralık 2011 Cumartesi

Hiç.

        Hiçliğinde kaybolduğu, yitip giden zaman parçacıklarının ardından gözyaşlarını bonkörce savurduğu günden bahseden biri hikayemizin kahramanı.
Fiziksel özellikleri, cinsiyeti, yaşı, yaşadığı yer önemsiz. Tek bilmemiz gereken şeyin bu kahramanımızın fazlasıyla "melankolik" fazlasıyla da aptal olduğu.

       Tek bilmemiz gereken ne kadar çabalarsak çabalayalım aslında çok da bir şey bilemeyeceğimiz. Aslında orada oturup bu yazıyı okumanın yeryüzünde fazlasıyla mevcut olan aptallıkların bir okyanus haline bürünmesine bir parça daha katkıda bulunduğunu bilmen, bu da ziyadesiyle önemli bir bilgi fark ettiysen.

        Düşen bir taş, ne zaman durur? Ne zaman vazgeçer düşmekten? Ne zaman biter bu sonsuz düşüş? Evet, zemin neredeyse orada biter. Peki taş düşerken esen rüzgarların bir etkisi olmaz mı bu düşüşe? Yavaşlatır mı düşüşünü? Uzatır mı bu belirsiz zamanı? Uzatmaz diyin n'olur!

        Gözyaşlarını bonkörce savurduğu günden bahseden kahramanımız bu bahsini anlatacak insanoğlu bulamamış olacak ki - ya da hepsini çoktan tüketmiş olmalı- bu bahsi artık yağan yağmurun ıslattığı kaldırım taşlarına, çok da sevmediği küçük odasının düz beyaz duvarlarına, yalnız başına yemek hazırlamaya üşendiği için akşam yemeği olarak yemeye karar verdiği bir yanı ezik yeşil elmaya, belki de yer yüzünde sahip olduğu yegane zevklerden biri olan soğuk havada sıcak kahve fincanını tüm parmaklarıyla kavramaya anlatır olmuş. Hikayemizin geçtiği gün de oldukça soğukmuş. Herkes sigara içiyormuşçasına. Bu biraz aptal kahramanımız bu soğuk günde fark etmiş işte, gözyaşlarını fazla bonkörce harcadığını ve artık onlardan bir damlasına bile sahip olmadığını. Bir hikayenin saçma sapan bir kahramanı olduğunu da o gün fark etmiş, yoksa başka türlü nasıl her şey bu denli onun dışında gelişebilirdi ki? -Saçma Hollywood romantizmlerinin aptallığına sahip bu kahramanımızın bu zeka parıltısı hepimizi oldukça şaşkınlığa düşürdü değil mi?-

        Evrenin merkezi neresi? Sana göre sen, bana göre ben mi gerçekten? Yoksa bana göre "o", sana göre de bir başkası mı dersin?

9 Aralık 2011 Cuma

Hayal yapım iftiharla sunar.

          Ah yine hayalleri, hep şu kafasında çektiği oscarlık film kareleri, 2 yıldır başında uçuşan pervane böcekleri...

          Yok! Bu kez yanılmadı. Bu kez hayalleri gerçek oldu. Beyninin içindeki minik yönetmene çektirdiği kısa filmin başlangıcına artık "gerçek bir öyküden alınmıştır" yazabilirler gönül rahatlığıyla.

          O şarkı çalacaktı, üzerinde kırmızı montu. Hava da soğuk, gri bulutlu yani klasik bir Ankara günü olacaktı. Sonra "o"nu görecekti, yanında bir arkadaşı olacak - muhakkak-. 2 yıldır okuya okuya ezberlediği kitabı diyorum. Ezberlediği ama kapağına dahi dokunamadığı kitabı, evet. Sonra göreceklerdi birbirlerini, anlayacaklardı belki anlaşacaklardı. Hatta belki dokunurdu kapağına bir gün, kim bilir.

Ama olmadı.

          Evet o şarkı çaldı, hatta sadece o şarkı çaldı, sonrası uzun bir sessizlikti. Evet, kırmızı mont da oradaydı tüm varlığıyla. Evet, hava buz gibiydi -eldivenlerini de unutmuştu- gri bulutlar da vardı belki, emin değildi. Akşamdı çünkü. Ama anlamadılar. Anlaşamadılar. Sonu mutsuzdu bu kısa filmin gerçekteki yansımasının, bir damla göz yaşıydı, bir parça dudak ısırığıydı, kalp çarpıntısı, el titremesi, bir parça zorlanarak yutkunmaktı.

          Sonu, "sanırım artık tamamen bitmeli"ydi biraz.