Resim

Resim

2 Eylül 2012 Pazar


"..biz bile bilemeyiz çoğu zaman neyi neden hissettiğimizi. ismi konmadığı zaman daha çok hoşumuza gider bazı şeyler. Kontrolümüz altında olduğunu düşünüyoruz belki bu şekilde, bilemiyorum. Ya da sadece o kadarını istiyoruz. İltifatlar, imayla ifade edilen hoşlanmalar. Bazen bunun ötesini istemiyor olabiliriz. Bunun ötesine geçince ne yapacağını bilemiyor olabiliriz. Ne bileyim belki de böyle değil belki de böyle..." - Marcel Proust

18 Temmuz 2012 Çarşamba

        Gelecek hayalleri, geçmişin üstünü toz tutmuş anıları, umutlar, umutları paramparça edip sahiplerinin yüzüne fırlatanlar arasında bir kaç gün geçirmek... Hem de yazın ortasında; bir plaja uzanıp fütursuzca, tasasızca öylece uyumak dururken.

        Ya aklımdan zorum var ya da çok önemli bir nedenim. Tahmin etmek çok güç değil. Sanırım ikincisi dediniz. Evet bayım, doğru bildiniz.

         Geçmişinden kopan insan falanfilan zırvasına başlayacağımı düşündünüz bayım. Hayal kırıklığım büyük. Geçmişim zaten kopuk. Büyük sebebim bu değil. Tek bir korku. Bir daha görememek. Uzanırsam ya ellerim bomboş kalırsa? Yaşamayı, sormayı, söylemeyi unuttuğum bir şeyleri hatırlamışlen ya orada olmazsa korkusu.

         Tamamen faydacı mı? Evet bayım, faydacı; biraz da çıkarcı. Sonuçta karşılıksız sevgi ve karşılık olmadan alınan her şeyde biraz çıkar vardır.

         Biliyorum bayım, yine gevezelik ettim. Yine başınızı şişirdim, pek değerli vaktinizi çaldım ya; affola.Yolum açıktı zaten bayım. Kalktım geldim. Sadece, kendimden bir parçayı yine arkamda bıraktım.

        Hayır bayım, yanlış anladınız. Parçalanmadım. Parçalamadım da. Sadece çıkarttım koydum yanlarına. Hep orada oldum. Hiç uzak durmadım.

22 Haziran 2012 Cuma


Klişeleri sevmeyen bir ülkenin klişeleri seven bir evladı olmak zor. Klişeleri sevmeyen ülkede bir yazıya sonbahar rüzgarlarıyla savrulan bir kuru yaprak gibiyim diye başlamak belki de en zor.
Kendini ifade etmek, başka insanlarla geçinmek de çok zor böyle bir ülkede. Çünkü her yeni insan aşılması gereken bir dağ, çünkü her yeni gün yepyeni bir klişeyi içinde barındırır. Merhaba klişesini mesela, günaydın, uykunu aldın mı, kahvaltı edelim mi...
Oysa klişeler kişiden kişiye değişebilir. Belki aylardır "günaydın" sözcüğünü duymamışsındır. Belki kahvaltı etmeyi hep unutuyordur.
Savrulan yapraklar yok sokaklarda bugünlerde, hepsi bir yol tutturmuş kendine; işinde gücünde. Yakıcı bir sıcak var onun yerine. İnsanı olduğu yere mıhlayan, olduğu yerde kendi kendine yanmasına neden olan, olduğu yerde olan.
Bugünlerde söyleyemiyorum sonbaharı çok özlediğimi. Çünkü klişeleri sevmeyen ülkenin diğer evlatları yazı pek severler (Sonra da derler sonbaharı neden seviyorsun). Oysa sonbaharda kuru bir yaprak bile olsan en azından esen rüzgarı arkanda hissedersin, en azından o seni alır götürür bir yerlere. Gider, gider, gidersiniz. Belki de iyisinden, temizinden bir çukur bulur içine girersiniz.

22 Mart 2012 Perşembe

          Kocaman bir hiçlik var ortada. Onun da ortasına minik bir şey. "Şey" deyişimin sebebi ne olduğu belirsiz, eciş bücüş bir siyahlık oluşu.
          Hiçliğin ortasındaki siyah yaratık. Olmayışların ortasındaki olma çabası. Topraktan filizlenmesi gerekirken betonda yaşamaya çalışan yeşil, küçük bir ot. Denizlere en azından yakınlarına ait yengecin, karasal iklimle imtihanı. Kusmukla kaplı bir yazı bu. İğrençliklerle. Kendimin bile bilmediği tüm lanet olasıca şeylerin gözlerinin önüne serilişi bu işte. Bilinç akışı dediğimiz "çok edebi" yöntem belki kurtarır beni bu illetten, yani kendimden, yani saçma sapan varoluşsal sorunlarımdan, yani gözüme dev gibi görünen onlarca eksikliğimden. İçimdeki kemik kırıklarından bahsetmiş miydim organlarımı lime lime eden? Peki ya iltihap bağlamış yaralarımdan? Daha kabuğu düşmeden yeniden açılan yaralarımdan? Hiç dokunmak bile istemediğim noktalarımdan peki? Ya sen, hiç bir kirpiye dokunmayı denedin mi? Yokluktan varlığa geçen o küçük iğnelerini gördün mü gözlerinle capcanlı?Dokunduğunda o dikenleri vücudunda hissedeceğini bildiğin halde dokunur muydun peki ona? İşte ben dokunmuyorum, sırf bu yüzden. Belki korkaklık diyeceksin ama bedensel acılar bana göre değil.
          Siyah yaratığın hazin sonunu görememek ve "gitmeyin. ben, çok yalnızım" diyememenin dayanılmaz ağırlığıyla yazıyorum bu yazıyı. Odamdaki susam kokusundan alıyorum ilhamımı belki de. Ya da üç beş cümleyi bir araya getirebilen herkese ilham dağıtan saçmalıklar perisinden. Tutkularını, umutlarını, hayata dair sevdiği küçük şeyleri unutan biriyle tanışmış mıydın peki? İstersen tanıştırabilirim diyecektim. İstersen.

5 Şubat 2012 Pazar

Karlı bir gün

      Yağan kar mıydı her şeyi böylesine büyüleyici kılan yoksa içinde bulunduğu durum mu? Ya da hayatın yıllarca göstermekte cimri davrandığı mucizelerini şimdi birer birer önüne serişi, süslü paketlerle armağan edişi miydi gerçekten sihirli olan?

      Sihri, büyüyü Harry Potter'la öğrenen nesildendi o da ben gibi. Kısaca; önceki kuşaktan farkı büyünün korkunç bir şey olmadığını, tersine çocuk oyuncağı olduğunu biliyordu. -peki ya Tanrı bir çocuk muydu?- Böyle büyülü gecelerde Amerikan filmlerinden öğrendiği gibi sıcak bir fincan çay yahut kahve -haydi sıcak çikolataya da kıyamadı diyelim- alıp eline pencerenin arkasından dünyayı izlerdi ve gökten taneler halinde inen büyüyü...

       Yıllardır hissetmediği şeyleri hissedişinden önce hoşlanmamıştı -büyüyü diyorum-. Ne de olsa monotonluğun kendisini kötülüklerden koruyacağını öğretmişti babası. Alışkanlıkların esiri, saplantıların kölesiydi ne de olsa.

       Bu büyük yer değişikliği onu tedirgin etmişti. Aslında modern zaman prenslerinin en azılı problemini yaşıyordu. Büyü sandığı sıradanlığın daniskasıydı. Aşk mı kariyer mi problemi... Ucuz magazin dergilerinde bulabileceği bir cevaba sahipti bu problem ya... Onu asıl heyecanlandıran bu değildi ki.

       Büyünün asıl sebebi hayata dair sahip olmadığını sandığı tat alma duygusunu elde edişiydi. Önceleri çok da zevk almadığı şeyler artık onun için mücevher değerinde anlar haline gelmişti -pencereden dışarıyı izlemek gibi-. Önceleri zaman kaybı olarak gördüğü romanlar, filmler ve müzikten artık öylesine bir tat alıyordu ki ve bunu öylesine anlatamıyordu ki.

       Herkes farkındaydı. Annesi; "bir kıpır kıpırsın, bir durgun deniz şu sıra." demişti. Oysa alışkın olduğu hayat daha çok gürül gürül akan bir nehre benzetilebilirdi. Öylesine hızlı yaşardı günlerini önceleri. Şimdiyse ajandasını çöpe atmıştı, gelen telefonlara cevap vermiyordu. Ulaşmak istediklerine kendisi ulaşırdı nasıl olsa.

       Bir gülümsemeydi aslında onu böylesine silkeleyen, yüzündeki maskeyi savurup atan, boynundaki kravatı tam tepesinden bir makas darbesiyle geçmişin çöp kutusuna yollayan.

       Olur muydu gerçekten böylesine bir değişim? Mümkün müydü Hollywood filmlerinin başrol karakterlerine dönüşümü? Gerçekten bir bardak sıcak çay ve bir pencere arkasına mı ihtiyacı vardı romantizm için yoksa gerçekten farklı atan bir kalbe mi? Hayatın akışını kısa parmaklarıyla durdurabilir miydi, tuttuğu kalemle, kalemin üzerinde kaydığı kağıtla veyahut saman kağıdına basılmış kitapların kokusuyla? Yoksa kendini öldürüp yeni birini alıp koymak göğüs kafesinin içine, bu dünyada olabilecek bir şey miydi? Belki Amerikalı yönetmenler bu kez yanılmıyordu.

15 Ocak 2012 Pazar

         Aslında biten kalemlerin hüznü vardır hepimizin içinde. Bitmişliğin, tükenmişliğin bilmişliği de, bakın ben neler yazdım, ne çizikler attım hayal bile edemeyeceğiniz, ne karalamalar yaptım öylesine ulaşılmaz dercesine bilmiş, görmüş edaları üzerimizde.

         Oysa bittin işte, tükettin bir 'şeyi' daha. Bu şeyi istediğin kadar koy fethedilmişler vitrininin en güzide köşesine, bitmiş bir şeyi bir daha olduramayacağının bilincinde olacaksın ya her sabah uyandığında...

         Her zaman düşünür müyüz peki? Bazen de düşünmeyiz. O zamanlarda kaçarız kendi tüketmişliklerimizden. Düşünmek, görmek istemeyiz. Ağzımızdan fışkıran tonlarca irin olarak dökeriz bu bitmişliklerin iltihabını dışarıya, içimizdeki pisliğin yansıması olan, buram buram ego kokan cümlelerle var ederiz kendimizi. 'Ben'le başlayan milyonlarca cümlemizle ele veririz aslında yanlışlarımızı, kendimizi görmeyi bilen gözlerin önüne atarız çırılçıplak. Çok konuşarak kendini olduğunu zannettiği şey yapmaya çalışanların, kendi kendisini buna inandırmaya çalışanların, kendisini kendince yarattığı bir kalıba sokmaya çalışanların tükenmişliği de kimsede yok derim.

         Bazen de tükenmişliğimizi kendi dışımızdaki şeylerle yok edebileceğimizi düşünüp, dış etkenlere fazla değer yüklemenin yanlışlığını yaşarız. Kardan bir bisiklet görmenin ne imkansız olduğunu düşünürken, kardan bisikleti görür ve hayatın bir şaka olduğuna yeniden inanırız dudağımızın kenarındaki çarpık gülümsemeyle.

        Bazen de tükenmişliğimizi gölgelemek için sayfaları tüketiriz, tükenmez denilen nice kalemin de tükenebildiğini görüp onunla avunur, kendimize yoldaş ederiz. Aynı marka tükenmez kalem kullanırız sürekli, sırf kokusuna müptela olmak, sırf bağlı olduğun bir şeyin var olduğunu bilmek, sırf bir şeyleri de çağrıştırır belki demek, sırf alışkanlıklarının oluşunun seni bu hayata bağladığı yanılsamasına sahip olman ve sırf ağlarken nefesini derin derin içine çektiğinde (sigarayı demiyorum) bu kalemin kokusunun seni sakinleştirişine romantik bir takım anlamlar yüklemek için.

        Sırf bir şeyleri bir şeylere göstermek, sırf bir şeyler demiş olabilmek, sırf mevcudiyetini ufacık şeylerle anlamlandırabilmek için.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Hiç.

        Hiçliğinde kaybolduğu, yitip giden zaman parçacıklarının ardından gözyaşlarını bonkörce savurduğu günden bahseden biri hikayemizin kahramanı.
Fiziksel özellikleri, cinsiyeti, yaşı, yaşadığı yer önemsiz. Tek bilmemiz gereken şeyin bu kahramanımızın fazlasıyla "melankolik" fazlasıyla da aptal olduğu.

       Tek bilmemiz gereken ne kadar çabalarsak çabalayalım aslında çok da bir şey bilemeyeceğimiz. Aslında orada oturup bu yazıyı okumanın yeryüzünde fazlasıyla mevcut olan aptallıkların bir okyanus haline bürünmesine bir parça daha katkıda bulunduğunu bilmen, bu da ziyadesiyle önemli bir bilgi fark ettiysen.

        Düşen bir taş, ne zaman durur? Ne zaman vazgeçer düşmekten? Ne zaman biter bu sonsuz düşüş? Evet, zemin neredeyse orada biter. Peki taş düşerken esen rüzgarların bir etkisi olmaz mı bu düşüşe? Yavaşlatır mı düşüşünü? Uzatır mı bu belirsiz zamanı? Uzatmaz diyin n'olur!

        Gözyaşlarını bonkörce savurduğu günden bahseden kahramanımız bu bahsini anlatacak insanoğlu bulamamış olacak ki - ya da hepsini çoktan tüketmiş olmalı- bu bahsi artık yağan yağmurun ıslattığı kaldırım taşlarına, çok da sevmediği küçük odasının düz beyaz duvarlarına, yalnız başına yemek hazırlamaya üşendiği için akşam yemeği olarak yemeye karar verdiği bir yanı ezik yeşil elmaya, belki de yer yüzünde sahip olduğu yegane zevklerden biri olan soğuk havada sıcak kahve fincanını tüm parmaklarıyla kavramaya anlatır olmuş. Hikayemizin geçtiği gün de oldukça soğukmuş. Herkes sigara içiyormuşçasına. Bu biraz aptal kahramanımız bu soğuk günde fark etmiş işte, gözyaşlarını fazla bonkörce harcadığını ve artık onlardan bir damlasına bile sahip olmadığını. Bir hikayenin saçma sapan bir kahramanı olduğunu da o gün fark etmiş, yoksa başka türlü nasıl her şey bu denli onun dışında gelişebilirdi ki? -Saçma Hollywood romantizmlerinin aptallığına sahip bu kahramanımızın bu zeka parıltısı hepimizi oldukça şaşkınlığa düşürdü değil mi?-

        Evrenin merkezi neresi? Sana göre sen, bana göre ben mi gerçekten? Yoksa bana göre "o", sana göre de bir başkası mı dersin?