Resim

Resim

25 Eylül 2011 Pazar

Tüm dostlara açık mektubumdur.


Biliyorum bana kızacaksınız. Neden? Ben de bilmiyorum neden. Bilirsiniz ya da bilmezsiniz ben de bilmem ama kendimi anlatmayı aslında sevmem. Sizlerle her dertleştiğimde bunun ezikliğini de hissederim aslında. Birisinin kıymetli zamanını kendi gereksiz ve 3-5 gün sonra unutacağım dertlerimle doldurmak epeyce gülünç gelir bana. Biraz da hüzünlü. Sırf dostumsunuz diye bu eziyete katlanırsınız ya… Hüzünlü.

Aslında empati yaptığımda, kendi adıma dostumun bana dertlerinden bahsetmesinin beni mutlu ve işe yarar hissettirdiğini fark ettiğimi de söylemeliyim.

Kısacası bu aralar iyi değilim dostlar. Sebebini soracak olursanız bu konuda da bir kaç tahminim var; birinci tahmin geçen yılı sindirmekte olan zihnimin fazla mesai yapması sonucu duygularımı kontrol edememesi, ikinci tahminim geçen yıldan beri değişen milyon tane şeyin üzerimdeki tesiri, üçüncüsü geçen sene ve kısmen ondan önceki sene yaşadığım bazı şeylerin beni epeyce değiştirmiş olması ve bu değişimimin farkına yeni varıyor olmam.

Her neyse. Söylemek istediğim sizi seviyorum.  Ve şu sıra bu şarkıyı dinlediğinizde oluşan bi boşvermişlik duygusu var ya, öyleyim işte. İçimden bi halt yapmak gelmiyor.

23 Eylül 2011 Cuma

Fall: çöküş, düşüş; Sonbahar

      Zamanın ellerimden kayarcasına yitip gittiği, kulaklarımdaki uğultulardan anlamlar çıkarıp bir şekilde bilinçsiz kendini avutma çabalarımın belirdiği, evde çıplak ayak gezerken ordan burdan esen serin havanın ayaklarımı ürperttiği ama içime saçma bi huzur verdiği, üstüme giydiğim kapkalın kazakların bana sarılmasını beklediğim hayali kollar yerine geçtiği, dışarı çıkarken evde unutulan bir şemsiyenin gün boyu kafayı kurcalayan en büyük dert olduğu günler geldi farkında olmadan.Sessizce. İpince yağan yağmurların anımsattığı büyüklü küçüklü imgelemler de geldi, yerleşti evlerine; tatilleri sona ermiş olacak ki... Unutulmuş, unutulmaya yüz tutmuş tüm duygusal şarkılar da geldi yerleşti yine hayatımın orta yerine. İpod'da yapılacak bir pop şarkı avından sonra hazırım sana sevgili Sonbahar.

Bir de kendi çektiğim resim olsun.
P.S: Sonbahar şarkım, özlemişim seni de.

20 Eylül 2011 Salı

İstanbul İstanbul olalı...

          Gözümde öyle bir İstanbul imgesi var ki... Hep vardı da hani şu günlerde iyice bir kemikleşti gibi.

          İstanbul olgusu hayatıma ilk kez ben epeyce küçükken izlediğim bir Yeşilçam filmiyle girmişti. Filmin adı neydi başrolde kimler oynardı bi fikrim yok,kusuruma bakmayın. Ama bildiğim ve beynime kazınan hatırladığım sahnesi o zamanki çocuk aklımda derin yaralar açan gayet çocuksu bir sahneydi. Film İstanbul'da geçiyordu ve filmde bir çocuk annesini kaybedip sokaklara düşüyordu. Bu böyle salya sümük ağlayarak sokakları gezerken bir baloncu görüyor. Baloncu çocuğa acıyıp bi tane balon veriyordu bizimkine. Tabi çocuk salyasını kesip sümüğünü silip yola mutlu mutlu devam etmeye başlıyordu hemen. Ancak tam bu mutluyken adamın biri çocuğun balonunu çekip alıyordu. Artık filmde o zamana kadar çocuk neler çekmişti bilmiyorum ama bu olay karşısında ben de salya sümük olup "ama haksızlıııık" diye hönkürmekten kendimi alamamıştım.Bunlar çok net hatırladığım şeyler ve bende tamamıyla kötü bir İstanbul imajı oluşturdu bu film tabii ki.

            Aradan geçen yıllar boyu pek çok İstanbul'da geçen, İstanbul'u anlatan film izledim. Birçok arkadaşımdan İstanbul'la ilgili övgü dolu laflar işittim. Birçok roman okudum yine İstanbul'u anlatan. Ama o ilk izlenimi değiştirebilen hiçbir şey olmadı, olamadı. Tüm bu filmler, kitaplar, şiirler bendeki o "piç istanbul" bakışını pekiştirmekten başka bir işe yaramadı.

            Geçenlerde Haymatlos'umu yolladım İstanbul'a. Temelli değil çok şükür ki, sadece bir aylığına gitmişti ki çoğu geçti sanırım. O da yine çok mutlu orada, aradığımda sesi çok keyifliydi. Ben onun adına sevindim tabii ki ama yine kendi adıma üzüldüm. Çünkü hissediyorum ki onu burada tutan tek şey okulu. O da bitince kuş yuvadan uçacak ve ben İstanbul'a ilk kez yenilicem belki.

           İkinci bir vak'a daha oldu ki ben bu yazıyı yazmaya karar verdim, o da bir diğer can dostumun yine bu "piç istanbul" yaptığı yolculuk oldu. Haymatlos'un dediğine göre Mariza da yine çok sevmiş bu İstanbul'u ve bu da benim İstanbul'a ikinci yenilmem olacaktı. Çünkü onun da kanatlarını takıp o tarafa doğru uçabileceğini hayal edebiliyorum.

          Bu sebeplerden ötürü seni sevemedim İstanbul, senle ilgili şarkıları da sevemedim, şiirleri de. Bana gelip gelip seni öven insanlara da ısrarla "gezilecek yer ama yaşanmaz be gülüm" cevabını vermekten de yılmayacağım. Hıh.

13 Eylül 2011 Salı

Evvel zaman içinde...

            Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde büyük bir şehirde yaşayan, kendi halinde bir genç kız varmış.Genç kız, günlerin monotonluğu içinde sürüklenirken kendi hayatına neşe ve renk katmak için bol bol kitap okur ve müzik dinlermiş.

             Çoğunlukla da içine kapanıkmış bu kızımız, biraz da hayalperest. Hayaller kurar onlarla mutlu olup yeniden bu monotonluğu göğüsleme gücü elde edermiş kendisinde. Her akşam uyku öncesi en az 2 doz olmak üzere hayal alırmış. Bu hayalleri almadığı vakit genç kızın hayat karşısında ayakta bile duramadığı görülür, yüzünün Ekim aylarında sararan bir çınar ağacı yaprağı gibi sararıp solduğu görülürmüş. Böyle zamanlarda genç kız hep üzgün bir halde olurmuş. O kadar ki, hayallerinde bile üzüntülü olurmuş.Bu ismi bilinmeyen amansız hastalık pek de bulaşıcıymış. Böyle zamanlarda Genç Kız'ın yanına yaklaşanların da bu hastalığın yan etkilerine maruz kaldıkları görülürmüş. Bu hastalığın en büyük yan etkileri pembe hayallerin yok olmasının dışında, alınganlık, sulu gözlülük ve somurtkanlıkmış. Bu amansız hastalığın ne yazık ki kökten çözümü yokmuş. Yaşadığı büyük şehirde tıp bilimi çok ilerlemiş olmasına rağmen henüz genç kızın bu hastalığını çözmeyi başaramamış. Genç kız kapı kapı gezmiş bir çare bulmak için lakin bütün bilgin kişilerin söylediği şey hep aynıymış; bol miktarda müzik. Ne kadar çok notayı hapsedersen zihnine o kadar çabuk güçlenirsin, o kadar çabuk kavuşursun elmacık kemiklerin üzerinde yaşayan minik pembe dostlarına demiş bilginler. Tabi teknoloji çok gelişmiş olduğu için artık o pembe dostlar yerine "allık" denen bir şey kullanılabiliyormuş ama yine de her şeyin doğalı güzelmiş. Doktorlar hiç onaylamıyormuş zaten o allık denen mereti. Küçük pembe dostlarımızı korkutup kaçırıyormuş çünkü. Hem de sonsuza dek.


     
         Yine günlerden böyle bir günmüş. Genç kız yine hayallerinde bile üzgün olduğunu fark etmiş ve bol bol müzik almak için çırpınmaya başlamış. Bu sırada bir şarkı fark etmiş. Öyle pek ortalarda değilmiş bu şarkı, diğerlerine göre biraz utangaçça kenarda köşede saklanıyormuş ama metrelerde öteden güzelliği fark edilebiliyormuş. Genç kızın ilgisini çekmiş bu güzel ama çekingen şarkı ama ona nasıl yaklaşması gerektiğini bilememiş ilk başta. O yüzden bir süre uzak kalmış. Lakin içindeki tutku bu uzak kalışların süresinin uzamasına asla izin vermemiş ve bir kaç zaman sonra genç kız, güzel şarkının kapısını aşındırmaya başlamış. Meğer bu şarkı da genç kızı gözlemliyormuş kaç zamandır. Onun o hasta,sararmış yüzündeki hüzne vurulmuş güzel şarkı.


            Tanışmalarından hemen sonra kaynaşıvermişler genç kızla güzel şarkı. Kız şarkının yanından ayrılamaz olmuş. Onun her bir notasını öğrenmek ve her bir tınısına dokunmak istiyormuş. Şarkı da kızın hüznünü silmek, yüzüne gülücükler yerleştirmek istiyormuş. Aralarındaki bu güzel dostluk etraftakilerin de dikkatini çekmiş ama herkes pek yakıştırmış ikisini birbirine.

            Gel zaman git zaman, bizim genç kız ve güzel şarkı birbirine iyice bağlanmış ve birbirlerini asla bırakmamak için söz vermişler. Hatta genç kız öyle korkuyormuş ki onu kaybetmekten kimseciklere bahsetmiyormuş bu güzel şarkıdan, ya onu elinden alırlarsa korkusuyla. Güzel şarkı ise o kadar kararlıymış ki ona bağlı kalmaya, güftesine bile işlemiş bunu.

             En nihayetinde,adet yerini bulmuş, gökten üç elma düşmüş, biri tüm güzel müzik yapan sanatçılara, diğeri bu müziklere erişebilmemizi sağlayan internet'e diğeri de bu yazı yazarının hayal gücündeki minik insancıklara.

11 Eylül 2011 Pazar

Yeni sezon

            Gençler, yeni dizi sezonumuz hayırlı uğurlu olsun demek istiyorum. Zira yeni yeni, pek cici diziler çarptı gözüme. Tabii ben şu son zamanlarda dizi özürlü bir insan olduğum için ne kadar takip ederim bilemiyorum. Ne zaman bir diziye başlasam ilk önce büyük bir gazla izliyceeem derken, sonradan baktığımda izlemeyi unutmuş falan oluyorum. Neyse bu sebepten ötürü kendime sezonluk bir dizi seçtim son bir iki yıldır. Bu seneki dizimi tahmin etmek pek güç değil aslında.

            Kuzey güney tabii kiiii!!

            Kıvanç beni eritti de bitirdi de o ne kas yavrum bee hohohoy muhabbetini yapmayı düşünmüyorum zira orda burda bu muhabbeti zaten duyacaksınız. Değinmek istediğim dizide işlenen konu. Daha önce de kardeş kavgası işlenmiştir belki de burdaki durumu ben daha önce görmedim pek. Kısaca; orta halli bir çekirdek ailemiz var ve bu ailenin çok çok otoriter ve sert bir reisi var. Çocukların biri bu reis karşısında sessiz kalıp huyuna gitme yolunu seçmiş aynı zamanda derslerinde de başarılı. Diğeri yani küçük çocuk (yani Kıvanç) daha kendi başına buyruk olmuş, sorumsuz ve biraz da dik kafalı. Bu çocukla babası arasında hatta zaman zaman ağabeyi arasında geçen sürtüşmeleri izleyeceğiz. Ha bir de küçük kardeş abisinin sevgilisine aşık. Onu da demeden edemeyeceğim.
Diğer çocuk da fena değil gibi ha? 

          Yeni eğitim-öğretim yılımızın açılmasına ramak kala son tatil kırıntıları ve boş adam uğraşlarına son bir çabayla tutunma, gerçeği görmezden gelme çabası benimkisi biraz.

         Ama dizi tavsiyem yine de.

P.S: Kıvanç'a noolmuş ööylee! Anaammm! Adam Brad Pitt'in Fight Club'daki halinin Türk versiyonu resmen! Sipariş etsek bize de 3-5 tane yollasalar keşkem. Ya da bir rüya görsem tüm Türk erkekleri Kıvanç gibi olsa. En azından kas bakımından? Olmaz mı ?

P.S2: Ama o kız hişş yakışmamış bencesi. Tek kusur bulduğum budur.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Be OK

             Güneye indim şu sıra. Güneş, bol yemek (ayy kilo alıyorum!) deniz, martılar, palmiyelerin rüzgardaki baygın baygın salınışı, denizin tuzlu kokusu, akşam üzeri ılıklığı, güneşin altında en derindeki kemikleri bile ısıtırcasına uzanmak, sonra pancar gibi olmadan gölgeye kaçma çabası, kumdan pasta yapan minik çocuklar, denizle bu büyük ve sonsuz gibi görünen mavilikle ilk kez tanışan bebeklerin çığlıkları, etrafta dolanan miskin kedilerin dünyayı umursamaz bakışları, şezlongdaki bu kedileri taklit edercesine uzanışlar sırasında gökyüzünde görülen küçük uçaklara dair kurulan hayaller, limonlu soda, bol bol the smiths, etraftan duyulan dıptıs dıptıs ezgileri, demet akalının yeni şarkısı, okula da az kaldı tedirginliği, yüzeysel yaşamanın.. ııımmmm.. yüzeyselliği ve birazcık da bira.
           Son günlerimin özeti olsun. Bi de benim de bir tatil yazım olmuş olsun 

2 Eylül 2011 Cuma

Pastoral yaşam anıları

              Tatile çıktım. Ama blogumu böyle yalnız bırakınca üzüldüm (yoksa içimden yazmak geldiğinden, azıcık dertleşmek istediğimden filan değil) biraz yazayım dedim.
              Köye geldik. Daha doğrusu burası aslen köy değil kasaba. İlginç değil mi? Küçükken çok severdim kasaba olmasını. Sanırım izlediğim Amerikan filmlerindeki hatta daha doğrusu western filmlerindeki "bu kasaba ikimize küçük" laflarından sonra kasaba kelimesi bir kuul bi havalı filan geliyodu bana bilemedim şimdi. Her neyse şu an küçük kasabamızdayız. Babaannemlerin kendi dedelerinden kalma,eski bir evde kalıyoruz maaile. Küçücük bir ev aslında ama bir avlusu var alt katında. Günümüzü orda geçiriyoruz genelde. O açıdan küçücük bile olsa sığışabiliyoruz ama şartlar biraz kötü gerçekten. Özellikle banyo tuvalet muhabbeti fena kasıyo. Nitekim dedemin tuvalet ve banyo kullanış anlayışı biraz değişik. Genelde 1 saatten önce çıkamıyor her nedense. İkinci sorun evde kalabalık olmamız sebebiyle tuvalete sık sık ihtiyaç duyulması. Ben de yapamıyorum böyle, sanki ben içerdeyken sürekli biri gelip pattadanak kapıyı açıvericek gibi geliyo ve acayip gerilim yaşıyorum. Sırf bu yüzden banyoya girmiycem neredeyse. Artık böyle dayanabildiğim kadar dayanıyorum sonra koşarak gidip 5 dakikadan fazla kalmıyorum falan. Dişimi bile böyle içimde bir acele, sinir stresle fırçalıyorum.
            Bunun dışında sanki her an pastoral bir şiir fırlıycak içimden o derece doğal hayatla iç içeyim. Her tarafta arı, kuş, köpek, kelebek, sümüklüböcek filan. Biz büyükşeher çocukları olarak alışkın değiliz böyle şeylere. Nasıl geriliyorum nasıl geriliyorum anlatamam. Hele bu arılar... En büyük korkum resmen. Onlarda da köpeklerde olan şu korkuyosan anlama zımbırtısından varmış. Gelip gelip beni buluyolar sürekli, sonra ben çırpınarak koşturuyorum bi. Tabi sonra tüm aile "kocaman kız oldun cık cık cık , elini kolunu sallama gider o cık cık cık" şeklinde muhabbetlere girişiyo. Uyuz oluyorum yaa uyuz. Korkuyorum napiyim! Hem ben küçükken bi kez dinlemiştim sözlerini, sakin duruyım sokmaz demiştim sonra gelip sokmuştu gerizekalı arı! Ben artık nasıl durıyım öyle sakin hı bi deyiverin bana?!
           Ama az kaldı bi kaç gün sonra sıcak denizlere inme hedefimi gerçekleştirmiş olacak ve güneşin altında mayışık, uyuşuk, tembel bir kedi gibi yatmaya başlıycam. Sık dişini, sen güçlü bir kızsın! (Evet evet, çok amerikan filmi izlemiştim küçükken ben)