Resim

Resim

28 Ekim 2011 Cuma

İçim kara.

          İçimi dökmek istiyorum kağıtlarca,sayfalarca,kelimeler hatta harflerce. Gecelerce, yıllarca, nefeslerce, şarkılarca. Bir o kadar da üşeniyorum buna, utanıyorum içimdekilerden belki, dökülecek olanların yersizliğinden, densizliğinden, denyoluğundan, gereksizliğinden, üç kuruşluğundan,kahrolasıcalığından.
          Aklımı durduran, kanımı donduran, ellerimi tir titreten şarkılar var içimde sakladığım. Hala ilk ezgilerini duyduğumda korkuyla, endişeyle değiştirdiğim. Bazen de inadına dinlediğim, inadına umursamamacasına dinlediğim şarkılar bunlar.
          Bi zaman gelip hiç bişey hissettirmeyen, bi zaman gelip ağlatıp hıçkırtan şarkılar bunlar.Bugün ağladım.Ve sanırım bu bir vedaydı. İçimdekilere.

                                                                 (Hala.)

Liselim.

Bi zamanlar duygularımı bu şarkıyla ifade ettim ben.
Şimdi neden olmasın?


25 Ekim 2011 Salı

Ölürken

"...yüzünü buruşturdu.Sağdı daha, her şey elindeydi ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri,ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı.( Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı gierayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)..."


                                                                            -Anayurt Oteli/ Yusuf Atılgan

21 Ekim 2011 Cuma

Belki.

           Soyuttur bazen hayatın.Gözünün gördüğü,elinin tuttuğu hatta kokusunu alıp tadına baktığın bile soyuttur.Hemen yanı başında kanlı canlıdır ama yine de soyuttur.
          Senden olmadıkça -veya senin- o şey soyuttur.İçinde hissetmedikçe,yerine yerleştirmedikçe,bir biçimde aşina olamadıkça ona; o, soyutluğa mahkumdur.Bir varmış bir yokmuştur.Senden değil, senin değil, ait değil, yanında değil, içinde. Ama soyut.
          Hissetmek.Herkes hissedebilir mi her duyguyu? Kısacık yaşantımız boyunca tadar mıyız her birini birer birer? Belki bazı hislerin yaşla bir ilgisi de vardır. Ha bir de şuna cevap verirsen uykusuz gecelerimden bir azaltmış olursun; derler ya "kalbi taşlaşmıştı" diye -bugüne kadar mecaz sanırdım- gerçeklik payı olabilir mi?
          Hissetmek demiştim.Hissetmek...Ateşin sıcaklığını,ellerinin sıcaklığını. Hissetmek...Kokusunun tanıdıklığını,ellerinin,gözlerinin hatta güldüğünde yanağında oluşacak çizgilerin.Belki de tatmak demeli.
          Onla ya da onsuz,hissetmek.Soyut da olsa, soyut 'o'nu hissetmek.Acıtsa da, mantıklı yanın bu hislere parmak sallayarak -işaret parmağı- "cık cık cık" dese de. En mantıklı dostlar - aynı zamanda en candan - "unut,gelecek parlak" dese de yaşamak onu,yaşamak onunla her gün. Yeniden.
         Her gittiğin yere götürmek yanında,hoşuna giden her küçük detayı onunla paylaşmak,tek başınayken asla sıkılmamak.Asla yalnız olmamak.Yüzünü -belki de gerçekten onun olmayan yüzünü- gözlerinin önüne en güzel manzara yapabilmek, her şiiri onun sesiyle okumak, sessizliği paylaşmak.
         İnsan neden geleceğe bakar ki -bakmalı ki- zaten? Ya geçmişteyse gelecekte sandığımız? Ya varıp varacağının hepsi buysa? Sonrası... hep aynıysa?
         Neden hayallerindeki mükemmeli yok etmek pahasına,hayallerin pamuk yumuşaklığından,anne sıcaklığından sıyrılıp "yeni" olana; acıtacak olana,gidecek olana,hayallerini de götürecek olana,hayallerini söküp çıkartırken acıtacak olana,ağlatıp yeniden yalnızlaştıracak olana koşmalı -gitmeli- ki insan? Neden geçmiştekiyle aslında mutluyken "insan geçmişe saplanmamalı" demeli? Sahi, neden "saplanmak"? İnsan bazen geçmişini çok sevebilir -olamaz mı-.  Bunu bilinçli de yapabilir. Yine insan bazen geçmişini özlemez,onun aslında "geçmiş" -bitmiş- olduğunu bilir,bunu bilir ve bunu bir yana bırakır. "Geçmiş" -bitmiş- olanla yaşamaya devam edebilir. Bitmiş bir su şişesini hala çantanda taşımak gibi -ağırlık yapmadıkça-.Bazen o "saplanmak" dediğiniz aslında "yaşamak"tır. Bazen aslında "yeni her zaman iyidir" değildir. Bazen geçmişe umutsuzca sarılmak yerine umudu da umutsuzluğu da bir yana bırakıp ona sarılabilir, yanında -sırtında değil- taşıyabilir insan.
       Soyut bir imge olan geçmişini pekala somut,gepgerçek,capcanlı olana da tercih edebilir belki.

18 Ekim 2011 Salı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

                                        -Turgut Uyar (nam-ı diğer bana şiiri sevdiren ikinci adam.)

14 Ekim 2011 Cuma

Lanet olsun be adam,bi kez de içimi okuyama

Melankoli


Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.


Anlıyamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.


Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.


Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...


Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.


Sabahattin Ali

10 Ekim 2011 Pazartesi

Bugün yağmur bir kadın saçıdır


Ankara yine Ankara oldu bugün. O allanıp pullanıp güzelliğini benden sakladığı günleri atlatmış. Yine kendi kokusuyla gelmiş:ıslak toprak ve çam kokusu.


Yine biraz hüzünlü gelmiş ya, en başından belliydi böyle olacağı. Zaten yaz aşklarından kim hayır görmüş de sen göresin! Ne varsa kışta, sonbaharda; yağmurda soğukta var. Hem öyle ilk bakıştan güzelliği gözler önünde olandan korkacaksın.


Ben de ayak uydurdum sana. Saçaklı, küçük bir kız çocuğu oldum bugün. “Genç kız modeli” saçlarıma kıydım. Daha doğrusu kıyar gibi yaptım.Ucundan azıcık.


Kendimi çok özlemiştim. 

6 Ekim 2011 Perşembe


Masaya oturmuş yüzüne yayılan büyük huzur göstergesi mimiklerinden utanmış ve pembeleşmiş yanaklarını elleriyle örtmeye çalışıyor ve bunu yaparken de bu anı daha önce yaşamış olduğunu hissetmektense bunu biliyordu.
Oturduğu masaya vuran sonbaharın yakıcılıktan uzak,anne şefkatine ya da babanın o sıcacık kucaklamasına benzeyen güneş ışığıyla kardeştiler adeta. Öylesine uyumlu,candan.
Etrafta çok ses yoktu aslında. Çalışan bir makinenin huzur veren devamlı uğultusu,arada bir beliren kuş cıvıltıları ve bir anda çalan bir telefonun sesiydi tümü.
Masasında bir kaç eşyası duruyordu sadece -bir kitap küçük bir not defteri ve tükenmez kalem-. İşi gücü,yetişecek bir yeri yokmuş gibi rahat davranışlar içindeydi.Hareketleri, duruşu, dudakları,saçlarının ışıltısı stresle sanki hiç tanışmamışlardı.
Bir ara kahvesinden tüten dumanı izledi ve bunun ne mucizevi bir görüntü olduğunu düşündü.Bu düşüncesi somut hayattaki yansımasını dudağının kenarında beliren küçük,belli belirsiz bir kıvrımla buldu.
Küçük şeylerin verdiği mutluluğun aslında büyük şeyleri elde etmek için verilen uğraş sırasında hissedilen tüm o kötü duygularla kıyaslandığında mükemmele yakın ölçülerde olduğunu da hissetmedi değil.
Bu kadar huzurlu hissetmesinin aslında tamamen seslerin, ışığın ve kokuların etkisi olduğunu bilmek de onu ziyadesiyle korkutmuştu.Doğanın elinde ne kadar büyük - ya da küçük- bir oyuncak olduğunu düşündü. Kahve kokusu ona huzur verirdi.Devamlı çalışan bir makinenin tek düze sesi de. Ama insan sesi pek huzurlu değildi ona göre.Belki insan elinden çıkma da olsa bir tek müzik huzur verici olabilirdi. Lakin müzik de yapay bir sesti ve o bu yapma sesin bağımlısı olmuştu, ne yazık!
İnsanların ona huzur verdiği hiç mi olmamıştı? Böyle biriyse onun adına bir kez daha üzülmemiz gerekirdi,nitekim hiç bir insandan bir huzur kırıntısı alamamış bir insan için yaşam çekilmez bir şey olsa gerekti.
Sonra cevabımı aldım. Uzaktan onu gören masamdan kalktım.Yavaş ama tereddütsüz adımlarımla yaklaştım ona. Sandalyesine elimi koyup dudağımdaki gülümseme benzeri kıvrıma eşlik eden soru işaretleriyle dolu gözlerimle - size yemin edebilirim ki o an gözlerim soru işareti biçimini almıştır- izin istedim. O da yine onaylayıcılıktan upuzak olan, daha çok umursamazlık hisleriyle dolu gözleriyle baktı bana. Gözlerinin “ne fark eder ki!” diyişini duydum. Aman tanrım! Kulağa ne de hoş geliyordu gözlerinin konuşması!
Gözlerimi rahatsız etmeden onlarla tatlı tatlı eğlenen güneş ışığı da geldi yanımıza. Beraberdik. Bir süre suskunca oturduk, gözlerimiz de susmuştu dudaklarımızın yanı sıra. Güneş susmamıştı tabi, yumuşak mırıltılarıyla bizi ısıtmaya devam ediyordu. Zamansa tatile çıkmıştı sanki, mesai yapmıyordu.
Bu zaman olmaksızın - ya da umursanmaksızın- oturma faslından sonunda bıkmıştım ve cevabını öğrenmek için tüm ömrüm boyu bir daha kahve içmemeye yemin edebileceğim o soruyu sordum ona.

                   ”İnsanlar gerçekten huzur verebilirler mi dersin?”