Resim

Resim

6 Ekim 2011 Perşembe


Masaya oturmuş yüzüne yayılan büyük huzur göstergesi mimiklerinden utanmış ve pembeleşmiş yanaklarını elleriyle örtmeye çalışıyor ve bunu yaparken de bu anı daha önce yaşamış olduğunu hissetmektense bunu biliyordu.
Oturduğu masaya vuran sonbaharın yakıcılıktan uzak,anne şefkatine ya da babanın o sıcacık kucaklamasına benzeyen güneş ışığıyla kardeştiler adeta. Öylesine uyumlu,candan.
Etrafta çok ses yoktu aslında. Çalışan bir makinenin huzur veren devamlı uğultusu,arada bir beliren kuş cıvıltıları ve bir anda çalan bir telefonun sesiydi tümü.
Masasında bir kaç eşyası duruyordu sadece -bir kitap küçük bir not defteri ve tükenmez kalem-. İşi gücü,yetişecek bir yeri yokmuş gibi rahat davranışlar içindeydi.Hareketleri, duruşu, dudakları,saçlarının ışıltısı stresle sanki hiç tanışmamışlardı.
Bir ara kahvesinden tüten dumanı izledi ve bunun ne mucizevi bir görüntü olduğunu düşündü.Bu düşüncesi somut hayattaki yansımasını dudağının kenarında beliren küçük,belli belirsiz bir kıvrımla buldu.
Küçük şeylerin verdiği mutluluğun aslında büyük şeyleri elde etmek için verilen uğraş sırasında hissedilen tüm o kötü duygularla kıyaslandığında mükemmele yakın ölçülerde olduğunu da hissetmedi değil.
Bu kadar huzurlu hissetmesinin aslında tamamen seslerin, ışığın ve kokuların etkisi olduğunu bilmek de onu ziyadesiyle korkutmuştu.Doğanın elinde ne kadar büyük - ya da küçük- bir oyuncak olduğunu düşündü. Kahve kokusu ona huzur verirdi.Devamlı çalışan bir makinenin tek düze sesi de. Ama insan sesi pek huzurlu değildi ona göre.Belki insan elinden çıkma da olsa bir tek müzik huzur verici olabilirdi. Lakin müzik de yapay bir sesti ve o bu yapma sesin bağımlısı olmuştu, ne yazık!
İnsanların ona huzur verdiği hiç mi olmamıştı? Böyle biriyse onun adına bir kez daha üzülmemiz gerekirdi,nitekim hiç bir insandan bir huzur kırıntısı alamamış bir insan için yaşam çekilmez bir şey olsa gerekti.
Sonra cevabımı aldım. Uzaktan onu gören masamdan kalktım.Yavaş ama tereddütsüz adımlarımla yaklaştım ona. Sandalyesine elimi koyup dudağımdaki gülümseme benzeri kıvrıma eşlik eden soru işaretleriyle dolu gözlerimle - size yemin edebilirim ki o an gözlerim soru işareti biçimini almıştır- izin istedim. O da yine onaylayıcılıktan upuzak olan, daha çok umursamazlık hisleriyle dolu gözleriyle baktı bana. Gözlerinin “ne fark eder ki!” diyişini duydum. Aman tanrım! Kulağa ne de hoş geliyordu gözlerinin konuşması!
Gözlerimi rahatsız etmeden onlarla tatlı tatlı eğlenen güneş ışığı da geldi yanımıza. Beraberdik. Bir süre suskunca oturduk, gözlerimiz de susmuştu dudaklarımızın yanı sıra. Güneş susmamıştı tabi, yumuşak mırıltılarıyla bizi ısıtmaya devam ediyordu. Zamansa tatile çıkmıştı sanki, mesai yapmıyordu.
Bu zaman olmaksızın - ya da umursanmaksızın- oturma faslından sonunda bıkmıştım ve cevabını öğrenmek için tüm ömrüm boyu bir daha kahve içmemeye yemin edebileceğim o soruyu sordum ona.

                   ”İnsanlar gerçekten huzur verebilirler mi dersin?” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder