-İşte yine yaptın seni salak! Her seferinde aynısını yapışın beni öylesine keyiflendiriyor ki sana anlatamam. İşte diyorum, geliyorgeliyor. Bekliyorum sonra. Zaten seni böylesi sevişimin sebeplerinden biridir bekletmeyi hiç sevmeyişin. Sanki benim beklediğimi bilirmiş gibi hızlı hızlı koşuyorsun salaklıklar çöplüğüne. Uçuyorsun. Ah seni sevimli salak!
-Bittiyse gidiyorum?!
-Nereye? Daha yeni geldin. Bir süre kalsaydın, misafirim olsaydın? Yoksa yeni bir salaklık macerasına mı koşacaksın? Ondan mı bu acele? Eğer ondansa da söyliyim, herkesin ayda 1 salaklık hakkı var. Ben seni çok sevdiğimden bazen 2 salaklık yapmana da izin verdim. Yani sümen altı ettim bazı yaptıklarını, anlarsın ya... Ama şu sıralar teftiş var burda, bi salaklık daha yaparsan o salaklığını buraya kabul edemeyebiliriz ve bu durumda...
-Bu durumda ne?
-Bu durumda yapacağın -ah kahkahalarım için özür dilerim- o koccaaa -gerçekten kahkahalarımı tutamıyorum- salaklığa sarılıp uyumak zorunda kalabilirsin bir dahaki ay gelinceye kadar.
-Boşversene en azından yatağımın soğukluğunu, düşlerimin renksizliğini alır götürür. Salakça bir sıcaklık duygusu veya pembe düşler getirecek olsa da ben bunların gerçekliğine inanmadıkça -zaten bu neviden şeyler olduğunda pek inanmam-... Neyse kısacası sana ihtiyacım yok ve üstesinden gelebilirim evet. Daha önce de demiştin, "üstesinden gelirsin". Gelirim. Meraklanma(zsın).
-Biliyorum, gelirsin gene-bunu her ay, bazen hafta yapıyorsun-. Ben de beklerim demeyeceğim, beklemem. Hadi, yolun açık olsun.
Resim
29 Kasım 2011 Salı
23 Kasım 2011 Çarşamba
Küçük.
Nefesi kesildi. Derin derin içine çekti bol kömür kokulu dumanı. Ciğerleri de boğazı da yandılar. Çok yandılar. Gözlerini yaşartacak kadar. Çok koşmuştu. Bu kadar koşmamalıydı.
Annesi?
Peki annesine ne diyecekti şimdi? Çok terlemişti. Çişi de gelmişti -hem de çok- terinin soğumasını bekleyemezdi. Annesi çok kızacaktı.
Geçmişteki anılarına -ah şu sevgili anılar- dalmış gidiyordu akıntıda, taa ki bir balıkçının ağına takılana kadar. Israrla çekti onu balıkçı,yukarıya, en yukarıya. Çok direndi, debelendi ama kurtaramadı kendini ağdan. Ne kadar çabalasa, uğraşsa da dışına çıkamıyordu. Şu balıkçınınki de iş hani... Çektin yukarı, bari ağdan çıkart. Böyle ortalığa bırakıp gitmek de nesi?
Buraya gelmeyi o istememişti, elinde olmadandı. Peki şimdi ne yapmalı?
Küçükken defterin bir sayfasını kurşun kalemiyle karalar, karalardı. Sonra kurşun kalemin körelmiş ucuna parmağının ucunu değdi mi içi cız ederdi. Yakardı kalemin ucu, sıcaktı. Çok sıcaktı. Çok şaşardı buna. Dener dururdu, bir gün o kalemin ucu soğuk kalacaktı -eh, olması gereken buydu- illa ki, bir gün. Her deneyişinde şaşardı parmağının yanışına ya; denedi durdu, cız etti durdu. Durdu.
Meğer sürtünme diye bir şey varmış. Öğrendi, sonra da şaşırmadı bir daha hiç bir şeye.
Annesi?
Peki annesine ne diyecekti şimdi? Çok terlemişti. Çişi de gelmişti -hem de çok- terinin soğumasını bekleyemezdi. Annesi çok kızacaktı.
Geçmişteki anılarına -ah şu sevgili anılar- dalmış gidiyordu akıntıda, taa ki bir balıkçının ağına takılana kadar. Israrla çekti onu balıkçı,yukarıya, en yukarıya. Çok direndi, debelendi ama kurtaramadı kendini ağdan. Ne kadar çabalasa, uğraşsa da dışına çıkamıyordu. Şu balıkçınınki de iş hani... Çektin yukarı, bari ağdan çıkart. Böyle ortalığa bırakıp gitmek de nesi?
Buraya gelmeyi o istememişti, elinde olmadandı. Peki şimdi ne yapmalı?
Küçükken defterin bir sayfasını kurşun kalemiyle karalar, karalardı. Sonra kurşun kalemin körelmiş ucuna parmağının ucunu değdi mi içi cız ederdi. Yakardı kalemin ucu, sıcaktı. Çok sıcaktı. Çok şaşardı buna. Dener dururdu, bir gün o kalemin ucu soğuk kalacaktı -eh, olması gereken buydu- illa ki, bir gün. Her deneyişinde şaşardı parmağının yanışına ya; denedi durdu, cız etti durdu. Durdu.
Meğer sürtünme diye bir şey varmış. Öğrendi, sonra da şaşırmadı bir daha hiç bir şeye.
20 Kasım 2011 Pazar
"... İnsan doğar.On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir. Avazı çıktığı kadar bağırarak. Bu çığlık, bir kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer.Önce aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp,içlerinden birini,bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. O da gidip 'Biz de çaldırdık cüzdanı, ne var? Senin gibi kıçımızı yırtıyor muyuz?' der. Böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna,büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı. Yapay bir haldir. Tasarlanmıştır. İşlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir. Yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığını sürdürebilmesi için toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. Ve en önemlisi, yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülüdür. Yaş ağacın eğilip kendi köküne oral seks yapmasından ibarettir. Oysa on dört yaşındaki bir çocuğun, ergen öfkesi olarak nitelenerek küçük görülen aşırı davranışları, doğal olandır. Gözlerindeki doğum çapakları dökülmüş ve dünya üzerinde dönen bütün dolapların sırtına yüklenmiş olduğunu anlamıştır.Kendini odasına kilitleyip dışarıyı dışarıya hapsetmeye çalışır. Ya da bütün kapıları ve duvarları avazı çıktığı kadar bağırarak yıkmaya. Tepkileri, insanın ateş saçan bir ejderhayla karşılaşınca vereceği türdendir. Dolayısıyla bu tepkinin, hayatta kalındığı sürece, yani ejderha yok olup gitmediği sürece devam etmesi gerekir. Ancak tabii ki, böylesi bir hayat boyu ergenler güruhu toplum yapısını sikip atacağından, yetişkin uysallığına geçiş, insanlığın bir gereği olarak algılanır. Toplumsal bir farz. Ama bazılarının kafası kalındır ve onlar son nefeslerine kadar bağırmaya devam eder. Çünkü hayat aşırı bir süreçtir, çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisinin de hak ettiği, suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. Bu yüzden, ergen isyanı, bir insanı öldürmek için onu altmış kez bıçaklamaktır.Çünkü gözlerini dünyaya ancak on dört yaşlarında açabilen biri, her insanın, ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatılmış olduğunu anlayandır.
Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. ... "
Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. ... "
-Hakan Günday- AZ
11 Kasım 2011 Cuma
Tüm paragraflarım B'yle başlasın.
Bazen olur öyle, bazen demekten bile sıkıldığın anlar. Parmağım neden hep aynı hareketleri yapıyor dediğin, kahvenin tadı arada değişse keşke düşüncesine tek ayak üzerinde sıçradığın anlar.
Böyle anlarda oturur kalırsın, itiraf et. İçindeki tüm değişiklik isteğine tezat olsun diye yaparsın belki bunu. O içindekinin ne olduğunu tanımlayamamanın verdiği tedirginlik yaptırır belki sana bunu. Tanımlayamadığın şeye boyun eğmek istemeyişin. Sırf o sana sıkıldığını empoze ediyor diye gidip de değişik bir şeyler yapma çabasına girmemek için.
Böyle anlarda düşünmekten, beyninin çalışmasından, odaların lambalarındaki ışığın renginin sarı olmasından, bütün basma kalıplardan, her türlü hayvan-börtü böcek kombinasyonundan, ses tonundan, dışarı çıkıp dolaşmaktan, kıyafet giymek zorunda olmaktan, kaşınmaktan, acıkmaktan, uyumaktan (evet,uyumaktan bile) sıkılırsın. Hatta biraz daha zorlasan hayal kurmak bile sıkıcı gelir.
Böylece,öylece oturur kalırsın odandaki masanın başında. Başını ellerinin arasına alır, beklersin. 11.11.11'de bir şeylerin olmasını beklersin. Bir tek şey. Bir tanecik. Yalnız bir. Yazıyla bir.
Beklersin ama o şey olmaz. Hem de kat'iyen olmaz. Biraz bile olmaz. Anlarsın. Hissedersin. Derin bir nefes alır ve kabullenirsin ki; hayallerin yine hayatı tahminde yanılmıştır. Bu kaçıncı, unuttun, tutamadın sayıyı. Bir kez ellerinden kaçırdın mı bir şeyi, her şey ağız birliği etmiş gibi ellerinden kaçmaya başlar. (Zaten bir şey, her şey değil mi? Ne ağız birliğinden söz ediyorsan!)
Bu durumda sana büyüklerin "geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" hikayesini anımsatırlar. Ama Niğde'nin ne tarafa düştüğünü söylememekte ısrar ederler.
Böyle anlarda oturur kalırsın, itiraf et. İçindeki tüm değişiklik isteğine tezat olsun diye yaparsın belki bunu. O içindekinin ne olduğunu tanımlayamamanın verdiği tedirginlik yaptırır belki sana bunu. Tanımlayamadığın şeye boyun eğmek istemeyişin. Sırf o sana sıkıldığını empoze ediyor diye gidip de değişik bir şeyler yapma çabasına girmemek için.
Böyle anlarda düşünmekten, beyninin çalışmasından, odaların lambalarındaki ışığın renginin sarı olmasından, bütün basma kalıplardan, her türlü hayvan-börtü böcek kombinasyonundan, ses tonundan, dışarı çıkıp dolaşmaktan, kıyafet giymek zorunda olmaktan, kaşınmaktan, acıkmaktan, uyumaktan (evet,uyumaktan bile) sıkılırsın. Hatta biraz daha zorlasan hayal kurmak bile sıkıcı gelir.
Böylece,öylece oturur kalırsın odandaki masanın başında. Başını ellerinin arasına alır, beklersin. 11.11.11'de bir şeylerin olmasını beklersin. Bir tek şey. Bir tanecik. Yalnız bir. Yazıyla bir.
Beklersin ama o şey olmaz. Hem de kat'iyen olmaz. Biraz bile olmaz. Anlarsın. Hissedersin. Derin bir nefes alır ve kabullenirsin ki; hayallerin yine hayatı tahminde yanılmıştır. Bu kaçıncı, unuttun, tutamadın sayıyı. Bir kez ellerinden kaçırdın mı bir şeyi, her şey ağız birliği etmiş gibi ellerinden kaçmaya başlar. (Zaten bir şey, her şey değil mi? Ne ağız birliğinden söz ediyorsan!)
Bu durumda sana büyüklerin "geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" hikayesini anımsatırlar. Ama Niğde'nin ne tarafa düştüğünü söylememekte ısrar ederler.
6 Kasım 2011 Pazar
Kısaca.
Okuduğu öykülerin ardından başının üzerinde oluşan kocaman baloncuğun içindeki kıpırtıları seyre dalmıştı ki saatin dikkat dağıtıcı tiktakları yine galip geldi. Bir kez daha sinirlenmişti bu saatin bu kadar çok ses çıkartmasına, bir kez daha düşünmüştü saatin pillerini çıkartmayı ve yine düşünmüştü ki saate bakmadan da yaşayamaz mıydı? Sonra belki de milyonuncu kez saate ihtiyacı olmadığını düşündüğü sırada "o gün"den kalma küçük bir nesne dağıttı aklını, tüm dikkatini üzerine toplamayı başardı, hem de hiç çaba harcamadan.Tek yaptığı yeni cilalanmış parkenin üzerinde öylece durmaktı.Öylece.
Önce eğilip eline almayı düşündü ama başının üzerinde oluşup eğer onu eline alırsa olacakları gösteren baloncuğun içindekileri beğenmemiş olacak ki bundan vazgeçti. Doğruldu. Günlerdir odasında biriken kahve kupalarına bir yenisini eklemek üzere mutfağa doğru yollandı. Yerlerin pislendiğini fark etti, neyse...
Kahvesini alıp yatağının baş ucundaki komodinin üzerine koyup kıvrak bir hareketle -evrim sırasında yılanlarla biraz daha fazla haşır neşir olmuşcasına- yatağın içine girdi. Saatin tiktakları yüzünden yarım bıraktığı öykü kitabını yeniden eline aldı. Çok sevdiği yazarın son kitabıydı bu. Yazara yeniden hayran kalmıştı, yeniden düşünmüştü yazmanın ne de güzel bir yetenek olduğunu. Son bir kez daha yüz vermezcesine küçük bir bakış attı yerdeki "o gün"den kalma kırık fincan kulpuna. Omuz silkti -küçükken babası çok kızardı bunu yapmasına, artık babasının da umurunda değildi madem...- O an değil belki ama sonradan bu anı düşündüğünde çok sevdiği yazarın yaptığı benzetmeye selam çakarak şu benzetmeyi yapacaktı;
Önce eğilip eline almayı düşündü ama başının üzerinde oluşup eğer onu eline alırsa olacakları gösteren baloncuğun içindekileri beğenmemiş olacak ki bundan vazgeçti. Doğruldu. Günlerdir odasında biriken kahve kupalarına bir yenisini eklemek üzere mutfağa doğru yollandı. Yerlerin pislendiğini fark etti, neyse...
Kahvesini alıp yatağının baş ucundaki komodinin üzerine koyup kıvrak bir hareketle -evrim sırasında yılanlarla biraz daha fazla haşır neşir olmuşcasına- yatağın içine girdi. Saatin tiktakları yüzünden yarım bıraktığı öykü kitabını yeniden eline aldı. Çok sevdiği yazarın son kitabıydı bu. Yazara yeniden hayran kalmıştı, yeniden düşünmüştü yazmanın ne de güzel bir yetenek olduğunu. Son bir kez daha yüz vermezcesine küçük bir bakış attı yerdeki "o gün"den kalma kırık fincan kulpuna. Omuz silkti -küçükken babası çok kızardı bunu yapmasına, artık babasının da umurunda değildi madem...- O an değil belki ama sonradan bu anı düşündüğünde çok sevdiği yazarın yaptığı benzetmeye selam çakarak şu benzetmeyi yapacaktı;
"Değil mi ki öyküler, günler boyu sakatlanan zihinlerimizin koltuk değnekleridir."
3 Kasım 2011 Perşembe
Elçimiz konuşuyor.
'Yeni Kayıt''a tıklayan parmakların sahibinin aklında milyonlarca dünya vardı aslında. Bunu keşfedeli de çok olmamıştı. Milyonlarca insan, milyonlarca hikaye, milyonlarca şaşkınlık,kırgınlık,mutluluk...
Ama tüm bunlara hayat verecek kadar hayat dolu değildi parmakları. Yazmak isteği vardı ama üzeri kapkara, kapkalın, koskocaman örtülmüştü bu isteğin sanki. Ölüm sakinliği demek belki yerinde olurdu - belki de olmazdı - ama bu parmakların sahibi ölüm sakinliğini -daha doğrusu ölüm hiçbir şeyini- henüz yaşamamıştı, bilmiyordu. Bilinmezlerin anlatılması belki de daha kolaydı, hayal kurmak kolaydı, hayal kurmak işten bile değildi -belki de en büyük işti-
Bütün bunları yazan parmakların sahibinin son günlerde yaptığı en büyük uğraşı dudak kemirmekti.O kadar çok kemirmişti ki zaten uzun olan ön dişlerinin daha da uzamasından korkmaya başlamıştı. Ağzına gelen kan -demir gibi- tadından da tiksinmeye... Birileri demişti "kafana bir şey takıyorsan kemirirsin dudaklarını" diye. Birileri de demişti ki: "Dudaklarını kemirince kırmızı ruj sürme, kötü duruyor." Ama kırmızı rujla yeni yeni yakınlaşmışlardı zaten, şimdi uzaklaşırsa? Ya sonra?..
Neyse şimdi kırmızı ruju bir kenara bırakalım, - ne de olsa hassas bir mevzu- bahis konumuz bu meşhur parmakların sahibinin kafasındaki kahramanlardı. Okuduğu öykülerden, dinlediği şarkılardan, gördüğü insanlardan ya da 'tabula rasa' nın külliyen yalan olmasından kaynağını alan bu yaratılmayı bekleyen kahramanlardı konumuz. Kırmızı saçlı küçük bir kız çocuğu da vardı bu kahramanlar arasında, uyuşuk bir kedi de. Sessizce beklediklerini söylemek isterdim size lakin durum bunun tam zıttı. Dırdır ediyorlar bu kahramanlar şu günlerde, fazlasıyla konuşuyorlar. Özgür olmak, başka insanlarla tanışmak, yaşamlarına artık bir köşesinden de olsa başlamak istiyorlar. Belki haklılar. Belki onları bu yazıyı yazan kişinin beyninin daracık kıvrımları arasına hapsetmek bir jaguarı 3 metrekarelik karanlık bir hücreye hapsetmekten bile bin beterdir. Bilemeyiz. Ne de olsa bunu yaşayan biz değiliz.
Ama yine de ben bir elçi olarak -ve elçiye zeval olmayacağından aldığım güce dayanarak- bu hayali kahramanlarımızdan biraz sükunet istemeyi kendime hak görüyorum. O küçük çenelerinizi bir süre hareketsiz bırakmanız aslında hepimizin yararına sevgili hayali kahramanlar. Fırtına öncesi sessizlikten bahsediyor bu yazının yazar kişisi, biraz düşünsünler bu kavramı diyor -yani benden size bunu dememi istedi biliyorum sizin dünyanızda yok böyle bir şey hem fırtına da nesi?- Bir de fazlasıyla dırdırcı olursanız sizi yaratacak -belki de yaratmayacak- kişi olarak (evet abanın altındaki sopayı görebildiniz sanıyorum) sizin hakkınızda bazı "yanlış" izlenimlere kapılmaktan korktuğunu da iletiyor saygıdeğer (seni küçük yalaka!) yazarımız.
"Sevgiler."
Ama tüm bunlara hayat verecek kadar hayat dolu değildi parmakları. Yazmak isteği vardı ama üzeri kapkara, kapkalın, koskocaman örtülmüştü bu isteğin sanki. Ölüm sakinliği demek belki yerinde olurdu - belki de olmazdı - ama bu parmakların sahibi ölüm sakinliğini -daha doğrusu ölüm hiçbir şeyini- henüz yaşamamıştı, bilmiyordu. Bilinmezlerin anlatılması belki de daha kolaydı, hayal kurmak kolaydı, hayal kurmak işten bile değildi -belki de en büyük işti-
Bütün bunları yazan parmakların sahibinin son günlerde yaptığı en büyük uğraşı dudak kemirmekti.O kadar çok kemirmişti ki zaten uzun olan ön dişlerinin daha da uzamasından korkmaya başlamıştı. Ağzına gelen kan -demir gibi- tadından da tiksinmeye... Birileri demişti "kafana bir şey takıyorsan kemirirsin dudaklarını" diye. Birileri de demişti ki: "Dudaklarını kemirince kırmızı ruj sürme, kötü duruyor." Ama kırmızı rujla yeni yeni yakınlaşmışlardı zaten, şimdi uzaklaşırsa? Ya sonra?..
Neyse şimdi kırmızı ruju bir kenara bırakalım, - ne de olsa hassas bir mevzu- bahis konumuz bu meşhur parmakların sahibinin kafasındaki kahramanlardı. Okuduğu öykülerden, dinlediği şarkılardan, gördüğü insanlardan ya da 'tabula rasa' nın külliyen yalan olmasından kaynağını alan bu yaratılmayı bekleyen kahramanlardı konumuz. Kırmızı saçlı küçük bir kız çocuğu da vardı bu kahramanlar arasında, uyuşuk bir kedi de. Sessizce beklediklerini söylemek isterdim size lakin durum bunun tam zıttı. Dırdır ediyorlar bu kahramanlar şu günlerde, fazlasıyla konuşuyorlar. Özgür olmak, başka insanlarla tanışmak, yaşamlarına artık bir köşesinden de olsa başlamak istiyorlar. Belki haklılar. Belki onları bu yazıyı yazan kişinin beyninin daracık kıvrımları arasına hapsetmek bir jaguarı 3 metrekarelik karanlık bir hücreye hapsetmekten bile bin beterdir. Bilemeyiz. Ne de olsa bunu yaşayan biz değiliz.
Ama yine de ben bir elçi olarak -ve elçiye zeval olmayacağından aldığım güce dayanarak- bu hayali kahramanlarımızdan biraz sükunet istemeyi kendime hak görüyorum. O küçük çenelerinizi bir süre hareketsiz bırakmanız aslında hepimizin yararına sevgili hayali kahramanlar. Fırtına öncesi sessizlikten bahsediyor bu yazının yazar kişisi, biraz düşünsünler bu kavramı diyor -yani benden size bunu dememi istedi biliyorum sizin dünyanızda yok böyle bir şey hem fırtına da nesi?- Bir de fazlasıyla dırdırcı olursanız sizi yaratacak -belki de yaratmayacak- kişi olarak (evet abanın altındaki sopayı görebildiniz sanıyorum) sizin hakkınızda bazı "yanlış" izlenimlere kapılmaktan korktuğunu da iletiyor saygıdeğer (seni küçük yalaka!) yazarımız.
"Sevgiler."
Kaydol:
Yorumlar (Atom)