Önce eğilip eline almayı düşündü ama başının üzerinde oluşup eğer onu eline alırsa olacakları gösteren baloncuğun içindekileri beğenmemiş olacak ki bundan vazgeçti. Doğruldu. Günlerdir odasında biriken kahve kupalarına bir yenisini eklemek üzere mutfağa doğru yollandı. Yerlerin pislendiğini fark etti, neyse...
Kahvesini alıp yatağının baş ucundaki komodinin üzerine koyup kıvrak bir hareketle -evrim sırasında yılanlarla biraz daha fazla haşır neşir olmuşcasına- yatağın içine girdi. Saatin tiktakları yüzünden yarım bıraktığı öykü kitabını yeniden eline aldı. Çok sevdiği yazarın son kitabıydı bu. Yazara yeniden hayran kalmıştı, yeniden düşünmüştü yazmanın ne de güzel bir yetenek olduğunu. Son bir kez daha yüz vermezcesine küçük bir bakış attı yerdeki "o gün"den kalma kırık fincan kulpuna. Omuz silkti -küçükken babası çok kızardı bunu yapmasına, artık babasının da umurunda değildi madem...- O an değil belki ama sonradan bu anı düşündüğünde çok sevdiği yazarın yaptığı benzetmeye selam çakarak şu benzetmeyi yapacaktı;
"Değil mi ki öyküler, günler boyu sakatlanan zihinlerimizin koltuk değnekleridir."
çoğu kez okumayı bırakıp başka bir şeyle meşgul olmak veya daha faydalı bir şey yapmamak için kitabın bölüm sayılarını kontrol ederdi. kitabın başından ayrılmak için hayatta umursamadığı işleri kendine dert edinirdi. saksıların tabaklarını temizlerdi. düğme kutusunu halının üzerine boşaltır, gömleklerinin düğmelerini sağlamlaştırırdı. içindeki miktarı bildiği kumbarasını defalarca açardı. dayanamazdı bir yere sıkışıp kalmaya. sabitliğe katlanamazdı. perdeleri çekmezdi hiçbir vakit. odasının duvarları, o evde olduğu süre boyunca her türden enstrüman ve insan sesiyle tekrar tekrar boyanırdı; fakat bu kez tam tersini yaptı. kitabın bitmemesi için her cümleyi teker teker işliyordu kafasının içine. olması gerekenden daha uzun sürüyordu bir paragrafı okuması. şayet okuduğu şey zoraki bir metin olsaydı; bu yavaşlık, o sabitlikle, bir yere çakılı kalmakla birlikte ruhunu kasım kasvetine mahkum eden yavaşlık, laçkalaşmış sinirlerini bir kere daha yoğurabilirdi...
YanıtlaSil(arkası yarın, kim bilir belki yarın.)
Arkası yarınları sevmezdi, çoğu zaman di'li geçmiş zamanla çekimlenen fiillerden de nefret ederdi. Bir çok kez dile getirmişti bunu herhalde ya da tamamen benim uydurmam -ne bileyim ben- zira şu sıralar hafızama güven olmuyor. Arkası yarınları ne kadar sevmiyorsa, kasvetli Kasım'larda yağan yağmurların şemsiyeye vurduğunda çıkarttığı minik pıtırtıları o şiddetle severdi. Küçükken de annesinin semt pazarından aldığı pembe kalplerle süslü minik şemsiyesiyle -tabii ayağından çıkartmadığı kırmızı çizmelerini de unutmamalı- yağmurun altında oradan oraya koştururdu. Şimdi düşündüm de, işte o zamanlar -küçükken- oldukça severdi arkası yarınları, tuttururdu annesine önceki günkü -aslında bitmiş olan- masalın devamını duymak için. Masalların inandırıcılıklarını yitirdiği zamana denk düşüyordu tüm bu sabitlik düşmanlıkları, di'li geçmiş nefretleri ve laçkalaşmış sinirler. Masalsız insan; kötüydü,kopkoyu bir kötü.
YanıtlaSil