Hiçliğinde kaybolduğu, yitip giden zaman parçacıklarının ardından gözyaşlarını bonkörce savurduğu günden bahseden biri hikayemizin kahramanı.
Fiziksel özellikleri, cinsiyeti, yaşı, yaşadığı yer önemsiz. Tek bilmemiz gereken şeyin bu kahramanımızın fazlasıyla "melankolik" fazlasıyla da aptal olduğu.
Tek bilmemiz gereken ne kadar çabalarsak çabalayalım aslında çok da bir şey bilemeyeceğimiz. Aslında orada oturup bu yazıyı okumanın yeryüzünde fazlasıyla mevcut olan aptallıkların bir okyanus haline bürünmesine bir parça daha katkıda bulunduğunu bilmen, bu da ziyadesiyle önemli bir bilgi fark ettiysen.
Düşen bir taş, ne zaman durur? Ne zaman vazgeçer düşmekten? Ne zaman biter bu sonsuz düşüş? Evet, zemin neredeyse orada biter. Peki taş düşerken esen rüzgarların bir etkisi olmaz mı bu düşüşe? Yavaşlatır mı düşüşünü? Uzatır mı bu belirsiz zamanı? Uzatmaz diyin n'olur!
Gözyaşlarını bonkörce savurduğu günden bahseden kahramanımız bu bahsini anlatacak insanoğlu bulamamış olacak ki - ya da hepsini çoktan tüketmiş olmalı- bu bahsi artık yağan yağmurun ıslattığı kaldırım taşlarına, çok da sevmediği küçük odasının düz beyaz duvarlarına, yalnız başına yemek hazırlamaya üşendiği için akşam yemeği olarak yemeye karar verdiği bir yanı ezik yeşil elmaya, belki de yer yüzünde sahip olduğu yegane zevklerden biri olan soğuk havada sıcak kahve fincanını tüm parmaklarıyla kavramaya anlatır olmuş. Hikayemizin geçtiği gün de oldukça soğukmuş. Herkes sigara içiyormuşçasına. Bu biraz aptal kahramanımız bu soğuk günde fark etmiş işte, gözyaşlarını fazla bonkörce harcadığını ve artık onlardan bir damlasına bile sahip olmadığını. Bir hikayenin saçma sapan bir kahramanı olduğunu da o gün fark etmiş, yoksa başka türlü nasıl her şey bu denli onun dışında gelişebilirdi ki? -Saçma Hollywood romantizmlerinin aptallığına sahip bu kahramanımızın bu zeka parıltısı hepimizi oldukça şaşkınlığa düşürdü değil mi?-
Evrenin merkezi neresi? Sana göre sen, bana göre ben mi gerçekten? Yoksa bana göre "o", sana göre de bir başkası mı dersin?
Resim
9 Aralık 2011 Cuma
Hayal yapım iftiharla sunar.
Ah yine hayalleri, hep şu kafasında çektiği oscarlık film kareleri, 2 yıldır başında uçuşan pervane böcekleri...
Yok! Bu kez yanılmadı. Bu kez hayalleri gerçek oldu. Beyninin içindeki minik yönetmene çektirdiği kısa filmin başlangıcına artık "gerçek bir öyküden alınmıştır" yazabilirler gönül rahatlığıyla.
O şarkı çalacaktı, üzerinde kırmızı montu. Hava da soğuk, gri bulutlu yani klasik bir Ankara günü olacaktı. Sonra "o"nu görecekti, yanında bir arkadaşı olacak - muhakkak-. 2 yıldır okuya okuya ezberlediği kitabı diyorum. Ezberlediği ama kapağına dahi dokunamadığı kitabı, evet. Sonra göreceklerdi birbirlerini, anlayacaklardı belki anlaşacaklardı. Hatta belki dokunurdu kapağına bir gün, kim bilir.
Evet o şarkı çaldı, hatta sadece o şarkı çaldı, sonrası uzun bir sessizlikti. Evet, kırmızı mont da oradaydı tüm varlığıyla. Evet, hava buz gibiydi -eldivenlerini de unutmuştu- gri bulutlar da vardı belki, emin değildi. Akşamdı çünkü. Ama anlamadılar. Anlaşamadılar. Sonu mutsuzdu bu kısa filmin gerçekteki yansımasının, bir damla göz yaşıydı, bir parça dudak ısırığıydı, kalp çarpıntısı, el titremesi, bir parça zorlanarak yutkunmaktı.
Sonu, "sanırım artık tamamen bitmeli"ydi biraz.
Yok! Bu kez yanılmadı. Bu kez hayalleri gerçek oldu. Beyninin içindeki minik yönetmene çektirdiği kısa filmin başlangıcına artık "gerçek bir öyküden alınmıştır" yazabilirler gönül rahatlığıyla.
O şarkı çalacaktı, üzerinde kırmızı montu. Hava da soğuk, gri bulutlu yani klasik bir Ankara günü olacaktı. Sonra "o"nu görecekti, yanında bir arkadaşı olacak - muhakkak-. 2 yıldır okuya okuya ezberlediği kitabı diyorum. Ezberlediği ama kapağına dahi dokunamadığı kitabı, evet. Sonra göreceklerdi birbirlerini, anlayacaklardı belki anlaşacaklardı. Hatta belki dokunurdu kapağına bir gün, kim bilir.
Ama olmadı.
Sonu, "sanırım artık tamamen bitmeli"ydi biraz.
29 Kasım 2011 Salı
Zebani'yle Sohbet.
-İşte yine yaptın seni salak! Her seferinde aynısını yapışın beni öylesine keyiflendiriyor ki sana anlatamam. İşte diyorum, geliyorgeliyor. Bekliyorum sonra. Zaten seni böylesi sevişimin sebeplerinden biridir bekletmeyi hiç sevmeyişin. Sanki benim beklediğimi bilirmiş gibi hızlı hızlı koşuyorsun salaklıklar çöplüğüne. Uçuyorsun. Ah seni sevimli salak!
-Bittiyse gidiyorum?!
-Nereye? Daha yeni geldin. Bir süre kalsaydın, misafirim olsaydın? Yoksa yeni bir salaklık macerasına mı koşacaksın? Ondan mı bu acele? Eğer ondansa da söyliyim, herkesin ayda 1 salaklık hakkı var. Ben seni çok sevdiğimden bazen 2 salaklık yapmana da izin verdim. Yani sümen altı ettim bazı yaptıklarını, anlarsın ya... Ama şu sıralar teftiş var burda, bi salaklık daha yaparsan o salaklığını buraya kabul edemeyebiliriz ve bu durumda...
-Bu durumda ne?
-Bu durumda yapacağın -ah kahkahalarım için özür dilerim- o koccaaa -gerçekten kahkahalarımı tutamıyorum- salaklığa sarılıp uyumak zorunda kalabilirsin bir dahaki ay gelinceye kadar.
-Boşversene en azından yatağımın soğukluğunu, düşlerimin renksizliğini alır götürür. Salakça bir sıcaklık duygusu veya pembe düşler getirecek olsa da ben bunların gerçekliğine inanmadıkça -zaten bu neviden şeyler olduğunda pek inanmam-... Neyse kısacası sana ihtiyacım yok ve üstesinden gelebilirim evet. Daha önce de demiştin, "üstesinden gelirsin". Gelirim. Meraklanma(zsın).
-Biliyorum, gelirsin gene-bunu her ay, bazen hafta yapıyorsun-. Ben de beklerim demeyeceğim, beklemem. Hadi, yolun açık olsun.
-Bittiyse gidiyorum?!
-Nereye? Daha yeni geldin. Bir süre kalsaydın, misafirim olsaydın? Yoksa yeni bir salaklık macerasına mı koşacaksın? Ondan mı bu acele? Eğer ondansa da söyliyim, herkesin ayda 1 salaklık hakkı var. Ben seni çok sevdiğimden bazen 2 salaklık yapmana da izin verdim. Yani sümen altı ettim bazı yaptıklarını, anlarsın ya... Ama şu sıralar teftiş var burda, bi salaklık daha yaparsan o salaklığını buraya kabul edemeyebiliriz ve bu durumda...
-Bu durumda ne?
-Bu durumda yapacağın -ah kahkahalarım için özür dilerim- o koccaaa -gerçekten kahkahalarımı tutamıyorum- salaklığa sarılıp uyumak zorunda kalabilirsin bir dahaki ay gelinceye kadar.
-Boşversene en azından yatağımın soğukluğunu, düşlerimin renksizliğini alır götürür. Salakça bir sıcaklık duygusu veya pembe düşler getirecek olsa da ben bunların gerçekliğine inanmadıkça -zaten bu neviden şeyler olduğunda pek inanmam-... Neyse kısacası sana ihtiyacım yok ve üstesinden gelebilirim evet. Daha önce de demiştin, "üstesinden gelirsin". Gelirim. Meraklanma(zsın).
-Biliyorum, gelirsin gene-bunu her ay, bazen hafta yapıyorsun-. Ben de beklerim demeyeceğim, beklemem. Hadi, yolun açık olsun.
23 Kasım 2011 Çarşamba
Küçük.
Nefesi kesildi. Derin derin içine çekti bol kömür kokulu dumanı. Ciğerleri de boğazı da yandılar. Çok yandılar. Gözlerini yaşartacak kadar. Çok koşmuştu. Bu kadar koşmamalıydı.
Annesi?
Peki annesine ne diyecekti şimdi? Çok terlemişti. Çişi de gelmişti -hem de çok- terinin soğumasını bekleyemezdi. Annesi çok kızacaktı.
Geçmişteki anılarına -ah şu sevgili anılar- dalmış gidiyordu akıntıda, taa ki bir balıkçının ağına takılana kadar. Israrla çekti onu balıkçı,yukarıya, en yukarıya. Çok direndi, debelendi ama kurtaramadı kendini ağdan. Ne kadar çabalasa, uğraşsa da dışına çıkamıyordu. Şu balıkçınınki de iş hani... Çektin yukarı, bari ağdan çıkart. Böyle ortalığa bırakıp gitmek de nesi?
Buraya gelmeyi o istememişti, elinde olmadandı. Peki şimdi ne yapmalı?
Küçükken defterin bir sayfasını kurşun kalemiyle karalar, karalardı. Sonra kurşun kalemin körelmiş ucuna parmağının ucunu değdi mi içi cız ederdi. Yakardı kalemin ucu, sıcaktı. Çok sıcaktı. Çok şaşardı buna. Dener dururdu, bir gün o kalemin ucu soğuk kalacaktı -eh, olması gereken buydu- illa ki, bir gün. Her deneyişinde şaşardı parmağının yanışına ya; denedi durdu, cız etti durdu. Durdu.
Meğer sürtünme diye bir şey varmış. Öğrendi, sonra da şaşırmadı bir daha hiç bir şeye.
Annesi?
Peki annesine ne diyecekti şimdi? Çok terlemişti. Çişi de gelmişti -hem de çok- terinin soğumasını bekleyemezdi. Annesi çok kızacaktı.
Geçmişteki anılarına -ah şu sevgili anılar- dalmış gidiyordu akıntıda, taa ki bir balıkçının ağına takılana kadar. Israrla çekti onu balıkçı,yukarıya, en yukarıya. Çok direndi, debelendi ama kurtaramadı kendini ağdan. Ne kadar çabalasa, uğraşsa da dışına çıkamıyordu. Şu balıkçınınki de iş hani... Çektin yukarı, bari ağdan çıkart. Böyle ortalığa bırakıp gitmek de nesi?
Buraya gelmeyi o istememişti, elinde olmadandı. Peki şimdi ne yapmalı?
Küçükken defterin bir sayfasını kurşun kalemiyle karalar, karalardı. Sonra kurşun kalemin körelmiş ucuna parmağının ucunu değdi mi içi cız ederdi. Yakardı kalemin ucu, sıcaktı. Çok sıcaktı. Çok şaşardı buna. Dener dururdu, bir gün o kalemin ucu soğuk kalacaktı -eh, olması gereken buydu- illa ki, bir gün. Her deneyişinde şaşardı parmağının yanışına ya; denedi durdu, cız etti durdu. Durdu.
Meğer sürtünme diye bir şey varmış. Öğrendi, sonra da şaşırmadı bir daha hiç bir şeye.
20 Kasım 2011 Pazar
"... İnsan doğar.On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir. Avazı çıktığı kadar bağırarak. Bu çığlık, bir kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer.Önce aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp,içlerinden birini,bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. O da gidip 'Biz de çaldırdık cüzdanı, ne var? Senin gibi kıçımızı yırtıyor muyuz?' der. Böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna,büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı. Yapay bir haldir. Tasarlanmıştır. İşlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir. Yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığını sürdürebilmesi için toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. Ve en önemlisi, yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülüdür. Yaş ağacın eğilip kendi köküne oral seks yapmasından ibarettir. Oysa on dört yaşındaki bir çocuğun, ergen öfkesi olarak nitelenerek küçük görülen aşırı davranışları, doğal olandır. Gözlerindeki doğum çapakları dökülmüş ve dünya üzerinde dönen bütün dolapların sırtına yüklenmiş olduğunu anlamıştır.Kendini odasına kilitleyip dışarıyı dışarıya hapsetmeye çalışır. Ya da bütün kapıları ve duvarları avazı çıktığı kadar bağırarak yıkmaya. Tepkileri, insanın ateş saçan bir ejderhayla karşılaşınca vereceği türdendir. Dolayısıyla bu tepkinin, hayatta kalındığı sürece, yani ejderha yok olup gitmediği sürece devam etmesi gerekir. Ancak tabii ki, böylesi bir hayat boyu ergenler güruhu toplum yapısını sikip atacağından, yetişkin uysallığına geçiş, insanlığın bir gereği olarak algılanır. Toplumsal bir farz. Ama bazılarının kafası kalındır ve onlar son nefeslerine kadar bağırmaya devam eder. Çünkü hayat aşırı bir süreçtir, çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisinin de hak ettiği, suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. Bu yüzden, ergen isyanı, bir insanı öldürmek için onu altmış kez bıçaklamaktır.Çünkü gözlerini dünyaya ancak on dört yaşlarında açabilen biri, her insanın, ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatılmış olduğunu anlayandır.
Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. ... "
Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir. ... "
-Hakan Günday- AZ
11 Kasım 2011 Cuma
Tüm paragraflarım B'yle başlasın.
Bazen olur öyle, bazen demekten bile sıkıldığın anlar. Parmağım neden hep aynı hareketleri yapıyor dediğin, kahvenin tadı arada değişse keşke düşüncesine tek ayak üzerinde sıçradığın anlar.
Böyle anlarda oturur kalırsın, itiraf et. İçindeki tüm değişiklik isteğine tezat olsun diye yaparsın belki bunu. O içindekinin ne olduğunu tanımlayamamanın verdiği tedirginlik yaptırır belki sana bunu. Tanımlayamadığın şeye boyun eğmek istemeyişin. Sırf o sana sıkıldığını empoze ediyor diye gidip de değişik bir şeyler yapma çabasına girmemek için.
Böyle anlarda düşünmekten, beyninin çalışmasından, odaların lambalarındaki ışığın renginin sarı olmasından, bütün basma kalıplardan, her türlü hayvan-börtü böcek kombinasyonundan, ses tonundan, dışarı çıkıp dolaşmaktan, kıyafet giymek zorunda olmaktan, kaşınmaktan, acıkmaktan, uyumaktan (evet,uyumaktan bile) sıkılırsın. Hatta biraz daha zorlasan hayal kurmak bile sıkıcı gelir.
Böylece,öylece oturur kalırsın odandaki masanın başında. Başını ellerinin arasına alır, beklersin. 11.11.11'de bir şeylerin olmasını beklersin. Bir tek şey. Bir tanecik. Yalnız bir. Yazıyla bir.
Beklersin ama o şey olmaz. Hem de kat'iyen olmaz. Biraz bile olmaz. Anlarsın. Hissedersin. Derin bir nefes alır ve kabullenirsin ki; hayallerin yine hayatı tahminde yanılmıştır. Bu kaçıncı, unuttun, tutamadın sayıyı. Bir kez ellerinden kaçırdın mı bir şeyi, her şey ağız birliği etmiş gibi ellerinden kaçmaya başlar. (Zaten bir şey, her şey değil mi? Ne ağız birliğinden söz ediyorsan!)
Bu durumda sana büyüklerin "geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" hikayesini anımsatırlar. Ama Niğde'nin ne tarafa düştüğünü söylememekte ısrar ederler.
Böyle anlarda oturur kalırsın, itiraf et. İçindeki tüm değişiklik isteğine tezat olsun diye yaparsın belki bunu. O içindekinin ne olduğunu tanımlayamamanın verdiği tedirginlik yaptırır belki sana bunu. Tanımlayamadığın şeye boyun eğmek istemeyişin. Sırf o sana sıkıldığını empoze ediyor diye gidip de değişik bir şeyler yapma çabasına girmemek için.
Böyle anlarda düşünmekten, beyninin çalışmasından, odaların lambalarındaki ışığın renginin sarı olmasından, bütün basma kalıplardan, her türlü hayvan-börtü böcek kombinasyonundan, ses tonundan, dışarı çıkıp dolaşmaktan, kıyafet giymek zorunda olmaktan, kaşınmaktan, acıkmaktan, uyumaktan (evet,uyumaktan bile) sıkılırsın. Hatta biraz daha zorlasan hayal kurmak bile sıkıcı gelir.
Böylece,öylece oturur kalırsın odandaki masanın başında. Başını ellerinin arasına alır, beklersin. 11.11.11'de bir şeylerin olmasını beklersin. Bir tek şey. Bir tanecik. Yalnız bir. Yazıyla bir.
Beklersin ama o şey olmaz. Hem de kat'iyen olmaz. Biraz bile olmaz. Anlarsın. Hissedersin. Derin bir nefes alır ve kabullenirsin ki; hayallerin yine hayatı tahminde yanılmıştır. Bu kaçıncı, unuttun, tutamadın sayıyı. Bir kez ellerinden kaçırdın mı bir şeyi, her şey ağız birliği etmiş gibi ellerinden kaçmaya başlar. (Zaten bir şey, her şey değil mi? Ne ağız birliğinden söz ediyorsan!)
Bu durumda sana büyüklerin "geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye" hikayesini anımsatırlar. Ama Niğde'nin ne tarafa düştüğünü söylememekte ısrar ederler.
6 Kasım 2011 Pazar
Kısaca.
Okuduğu öykülerin ardından başının üzerinde oluşan kocaman baloncuğun içindeki kıpırtıları seyre dalmıştı ki saatin dikkat dağıtıcı tiktakları yine galip geldi. Bir kez daha sinirlenmişti bu saatin bu kadar çok ses çıkartmasına, bir kez daha düşünmüştü saatin pillerini çıkartmayı ve yine düşünmüştü ki saate bakmadan da yaşayamaz mıydı? Sonra belki de milyonuncu kez saate ihtiyacı olmadığını düşündüğü sırada "o gün"den kalma küçük bir nesne dağıttı aklını, tüm dikkatini üzerine toplamayı başardı, hem de hiç çaba harcamadan.Tek yaptığı yeni cilalanmış parkenin üzerinde öylece durmaktı.Öylece.
Önce eğilip eline almayı düşündü ama başının üzerinde oluşup eğer onu eline alırsa olacakları gösteren baloncuğun içindekileri beğenmemiş olacak ki bundan vazgeçti. Doğruldu. Günlerdir odasında biriken kahve kupalarına bir yenisini eklemek üzere mutfağa doğru yollandı. Yerlerin pislendiğini fark etti, neyse...
Kahvesini alıp yatağının baş ucundaki komodinin üzerine koyup kıvrak bir hareketle -evrim sırasında yılanlarla biraz daha fazla haşır neşir olmuşcasına- yatağın içine girdi. Saatin tiktakları yüzünden yarım bıraktığı öykü kitabını yeniden eline aldı. Çok sevdiği yazarın son kitabıydı bu. Yazara yeniden hayran kalmıştı, yeniden düşünmüştü yazmanın ne de güzel bir yetenek olduğunu. Son bir kez daha yüz vermezcesine küçük bir bakış attı yerdeki "o gün"den kalma kırık fincan kulpuna. Omuz silkti -küçükken babası çok kızardı bunu yapmasına, artık babasının da umurunda değildi madem...- O an değil belki ama sonradan bu anı düşündüğünde çok sevdiği yazarın yaptığı benzetmeye selam çakarak şu benzetmeyi yapacaktı;
Önce eğilip eline almayı düşündü ama başının üzerinde oluşup eğer onu eline alırsa olacakları gösteren baloncuğun içindekileri beğenmemiş olacak ki bundan vazgeçti. Doğruldu. Günlerdir odasında biriken kahve kupalarına bir yenisini eklemek üzere mutfağa doğru yollandı. Yerlerin pislendiğini fark etti, neyse...
Kahvesini alıp yatağının baş ucundaki komodinin üzerine koyup kıvrak bir hareketle -evrim sırasında yılanlarla biraz daha fazla haşır neşir olmuşcasına- yatağın içine girdi. Saatin tiktakları yüzünden yarım bıraktığı öykü kitabını yeniden eline aldı. Çok sevdiği yazarın son kitabıydı bu. Yazara yeniden hayran kalmıştı, yeniden düşünmüştü yazmanın ne de güzel bir yetenek olduğunu. Son bir kez daha yüz vermezcesine küçük bir bakış attı yerdeki "o gün"den kalma kırık fincan kulpuna. Omuz silkti -küçükken babası çok kızardı bunu yapmasına, artık babasının da umurunda değildi madem...- O an değil belki ama sonradan bu anı düşündüğünde çok sevdiği yazarın yaptığı benzetmeye selam çakarak şu benzetmeyi yapacaktı;
"Değil mi ki öyküler, günler boyu sakatlanan zihinlerimizin koltuk değnekleridir."
3 Kasım 2011 Perşembe
Elçimiz konuşuyor.
'Yeni Kayıt''a tıklayan parmakların sahibinin aklında milyonlarca dünya vardı aslında. Bunu keşfedeli de çok olmamıştı. Milyonlarca insan, milyonlarca hikaye, milyonlarca şaşkınlık,kırgınlık,mutluluk...
Ama tüm bunlara hayat verecek kadar hayat dolu değildi parmakları. Yazmak isteği vardı ama üzeri kapkara, kapkalın, koskocaman örtülmüştü bu isteğin sanki. Ölüm sakinliği demek belki yerinde olurdu - belki de olmazdı - ama bu parmakların sahibi ölüm sakinliğini -daha doğrusu ölüm hiçbir şeyini- henüz yaşamamıştı, bilmiyordu. Bilinmezlerin anlatılması belki de daha kolaydı, hayal kurmak kolaydı, hayal kurmak işten bile değildi -belki de en büyük işti-
Bütün bunları yazan parmakların sahibinin son günlerde yaptığı en büyük uğraşı dudak kemirmekti.O kadar çok kemirmişti ki zaten uzun olan ön dişlerinin daha da uzamasından korkmaya başlamıştı. Ağzına gelen kan -demir gibi- tadından da tiksinmeye... Birileri demişti "kafana bir şey takıyorsan kemirirsin dudaklarını" diye. Birileri de demişti ki: "Dudaklarını kemirince kırmızı ruj sürme, kötü duruyor." Ama kırmızı rujla yeni yeni yakınlaşmışlardı zaten, şimdi uzaklaşırsa? Ya sonra?..
Neyse şimdi kırmızı ruju bir kenara bırakalım, - ne de olsa hassas bir mevzu- bahis konumuz bu meşhur parmakların sahibinin kafasındaki kahramanlardı. Okuduğu öykülerden, dinlediği şarkılardan, gördüğü insanlardan ya da 'tabula rasa' nın külliyen yalan olmasından kaynağını alan bu yaratılmayı bekleyen kahramanlardı konumuz. Kırmızı saçlı küçük bir kız çocuğu da vardı bu kahramanlar arasında, uyuşuk bir kedi de. Sessizce beklediklerini söylemek isterdim size lakin durum bunun tam zıttı. Dırdır ediyorlar bu kahramanlar şu günlerde, fazlasıyla konuşuyorlar. Özgür olmak, başka insanlarla tanışmak, yaşamlarına artık bir köşesinden de olsa başlamak istiyorlar. Belki haklılar. Belki onları bu yazıyı yazan kişinin beyninin daracık kıvrımları arasına hapsetmek bir jaguarı 3 metrekarelik karanlık bir hücreye hapsetmekten bile bin beterdir. Bilemeyiz. Ne de olsa bunu yaşayan biz değiliz.
Ama yine de ben bir elçi olarak -ve elçiye zeval olmayacağından aldığım güce dayanarak- bu hayali kahramanlarımızdan biraz sükunet istemeyi kendime hak görüyorum. O küçük çenelerinizi bir süre hareketsiz bırakmanız aslında hepimizin yararına sevgili hayali kahramanlar. Fırtına öncesi sessizlikten bahsediyor bu yazının yazar kişisi, biraz düşünsünler bu kavramı diyor -yani benden size bunu dememi istedi biliyorum sizin dünyanızda yok böyle bir şey hem fırtına da nesi?- Bir de fazlasıyla dırdırcı olursanız sizi yaratacak -belki de yaratmayacak- kişi olarak (evet abanın altındaki sopayı görebildiniz sanıyorum) sizin hakkınızda bazı "yanlış" izlenimlere kapılmaktan korktuğunu da iletiyor saygıdeğer (seni küçük yalaka!) yazarımız.
"Sevgiler."
Ama tüm bunlara hayat verecek kadar hayat dolu değildi parmakları. Yazmak isteği vardı ama üzeri kapkara, kapkalın, koskocaman örtülmüştü bu isteğin sanki. Ölüm sakinliği demek belki yerinde olurdu - belki de olmazdı - ama bu parmakların sahibi ölüm sakinliğini -daha doğrusu ölüm hiçbir şeyini- henüz yaşamamıştı, bilmiyordu. Bilinmezlerin anlatılması belki de daha kolaydı, hayal kurmak kolaydı, hayal kurmak işten bile değildi -belki de en büyük işti-
Bütün bunları yazan parmakların sahibinin son günlerde yaptığı en büyük uğraşı dudak kemirmekti.O kadar çok kemirmişti ki zaten uzun olan ön dişlerinin daha da uzamasından korkmaya başlamıştı. Ağzına gelen kan -demir gibi- tadından da tiksinmeye... Birileri demişti "kafana bir şey takıyorsan kemirirsin dudaklarını" diye. Birileri de demişti ki: "Dudaklarını kemirince kırmızı ruj sürme, kötü duruyor." Ama kırmızı rujla yeni yeni yakınlaşmışlardı zaten, şimdi uzaklaşırsa? Ya sonra?..
Neyse şimdi kırmızı ruju bir kenara bırakalım, - ne de olsa hassas bir mevzu- bahis konumuz bu meşhur parmakların sahibinin kafasındaki kahramanlardı. Okuduğu öykülerden, dinlediği şarkılardan, gördüğü insanlardan ya da 'tabula rasa' nın külliyen yalan olmasından kaynağını alan bu yaratılmayı bekleyen kahramanlardı konumuz. Kırmızı saçlı küçük bir kız çocuğu da vardı bu kahramanlar arasında, uyuşuk bir kedi de. Sessizce beklediklerini söylemek isterdim size lakin durum bunun tam zıttı. Dırdır ediyorlar bu kahramanlar şu günlerde, fazlasıyla konuşuyorlar. Özgür olmak, başka insanlarla tanışmak, yaşamlarına artık bir köşesinden de olsa başlamak istiyorlar. Belki haklılar. Belki onları bu yazıyı yazan kişinin beyninin daracık kıvrımları arasına hapsetmek bir jaguarı 3 metrekarelik karanlık bir hücreye hapsetmekten bile bin beterdir. Bilemeyiz. Ne de olsa bunu yaşayan biz değiliz.
Ama yine de ben bir elçi olarak -ve elçiye zeval olmayacağından aldığım güce dayanarak- bu hayali kahramanlarımızdan biraz sükunet istemeyi kendime hak görüyorum. O küçük çenelerinizi bir süre hareketsiz bırakmanız aslında hepimizin yararına sevgili hayali kahramanlar. Fırtına öncesi sessizlikten bahsediyor bu yazının yazar kişisi, biraz düşünsünler bu kavramı diyor -yani benden size bunu dememi istedi biliyorum sizin dünyanızda yok böyle bir şey hem fırtına da nesi?- Bir de fazlasıyla dırdırcı olursanız sizi yaratacak -belki de yaratmayacak- kişi olarak (evet abanın altındaki sopayı görebildiniz sanıyorum) sizin hakkınızda bazı "yanlış" izlenimlere kapılmaktan korktuğunu da iletiyor saygıdeğer (seni küçük yalaka!) yazarımız.
"Sevgiler."
1 Kasım 2011 Salı
28 Ekim 2011 Cuma
İçim kara.
İçimi dökmek istiyorum kağıtlarca,sayfalarca,kelimeler hatta harflerce. Gecelerce, yıllarca, nefeslerce, şarkılarca. Bir o kadar da üşeniyorum buna, utanıyorum içimdekilerden belki, dökülecek olanların yersizliğinden, densizliğinden, denyoluğundan, gereksizliğinden, üç kuruşluğundan,kahrolasıcalığından.
Aklımı durduran, kanımı donduran, ellerimi tir titreten şarkılar var içimde sakladığım. Hala ilk ezgilerini duyduğumda korkuyla, endişeyle değiştirdiğim. Bazen de inadına dinlediğim, inadına umursamamacasına dinlediğim şarkılar bunlar.
Bi zaman gelip hiç bişey hissettirmeyen, bi zaman gelip ağlatıp hıçkırtan şarkılar bunlar.Bugün ağladım.Ve sanırım bu bir vedaydı. İçimdekilere.
(Hala.)
Etiketler:
hıçkırtan şarkılar
25 Ekim 2011 Salı
Ölürken
"...yüzünü buruşturdu.Sağdı daha, her şey elindeydi ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri,ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı.( Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı gierayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)..."
-Anayurt Oteli/ Yusuf Atılgan
21 Ekim 2011 Cuma
Belki.
Soyuttur bazen hayatın.Gözünün gördüğü,elinin tuttuğu hatta kokusunu alıp tadına baktığın bile soyuttur.Hemen yanı başında kanlı canlıdır ama yine de soyuttur.
Senden olmadıkça -veya senin- o şey soyuttur.İçinde hissetmedikçe,yerine yerleştirmedikçe,bir biçimde aşina olamadıkça ona; o, soyutluğa mahkumdur.Bir varmış bir yokmuştur.Senden değil, senin değil, ait değil, yanında değil, içinde. Ama soyut.
Hissetmek.Herkes hissedebilir mi her duyguyu? Kısacık yaşantımız boyunca tadar mıyız her birini birer birer? Belki bazı hislerin yaşla bir ilgisi de vardır. Ha bir de şuna cevap verirsen uykusuz gecelerimden bir azaltmış olursun; derler ya "kalbi taşlaşmıştı" diye -bugüne kadar mecaz sanırdım- gerçeklik payı olabilir mi?
Hissetmek demiştim.Hissetmek...Ateşin sıcaklığını,ellerinin sıcaklığını. Hissetmek...Kokusunun tanıdıklığını,ellerinin,gözlerinin hatta güldüğünde yanağında oluşacak çizgilerin.Belki de tatmak demeli.
Onla ya da onsuz,hissetmek.Soyut da olsa, soyut 'o'nu hissetmek.Acıtsa da, mantıklı yanın bu hislere parmak sallayarak -işaret parmağı- "cık cık cık" dese de. En mantıklı dostlar - aynı zamanda en candan - "unut,gelecek parlak" dese de yaşamak onu,yaşamak onunla her gün. Yeniden.
Her gittiğin yere götürmek yanında,hoşuna giden her küçük detayı onunla paylaşmak,tek başınayken asla sıkılmamak.Asla yalnız olmamak.Yüzünü -belki de gerçekten onun olmayan yüzünü- gözlerinin önüne en güzel manzara yapabilmek, her şiiri onun sesiyle okumak, sessizliği paylaşmak.
İnsan neden geleceğe bakar ki -bakmalı ki- zaten? Ya geçmişteyse gelecekte sandığımız? Ya varıp varacağının hepsi buysa? Sonrası... hep aynıysa?
Neden hayallerindeki mükemmeli yok etmek pahasına,hayallerin pamuk yumuşaklığından,anne sıcaklığından sıyrılıp "yeni" olana; acıtacak olana,gidecek olana,hayallerini de götürecek olana,hayallerini söküp çıkartırken acıtacak olana,ağlatıp yeniden yalnızlaştıracak olana koşmalı -gitmeli- ki insan? Neden geçmiştekiyle aslında mutluyken "insan geçmişe saplanmamalı" demeli? Sahi, neden "saplanmak"? İnsan bazen geçmişini çok sevebilir -olamaz mı-. Bunu bilinçli de yapabilir. Yine insan bazen geçmişini özlemez,onun aslında "geçmiş" -bitmiş- olduğunu bilir,bunu bilir ve bunu bir yana bırakır. "Geçmiş" -bitmiş- olanla yaşamaya devam edebilir. Bitmiş bir su şişesini hala çantanda taşımak gibi -ağırlık yapmadıkça-.Bazen o "saplanmak" dediğiniz aslında "yaşamak"tır. Bazen aslında "yeni her zaman iyidir" değildir. Bazen geçmişe umutsuzca sarılmak yerine umudu da umutsuzluğu da bir yana bırakıp ona sarılabilir, yanında -sırtında değil- taşıyabilir insan.
Soyut bir imge olan geçmişini pekala somut,gepgerçek,capcanlı olana da tercih edebilir belki.
Senden olmadıkça -veya senin- o şey soyuttur.İçinde hissetmedikçe,yerine yerleştirmedikçe,bir biçimde aşina olamadıkça ona; o, soyutluğa mahkumdur.Bir varmış bir yokmuştur.Senden değil, senin değil, ait değil, yanında değil, içinde. Ama soyut.
Hissetmek.Herkes hissedebilir mi her duyguyu? Kısacık yaşantımız boyunca tadar mıyız her birini birer birer? Belki bazı hislerin yaşla bir ilgisi de vardır. Ha bir de şuna cevap verirsen uykusuz gecelerimden bir azaltmış olursun; derler ya "kalbi taşlaşmıştı" diye -bugüne kadar mecaz sanırdım- gerçeklik payı olabilir mi?
Hissetmek demiştim.Hissetmek...Ateşin sıcaklığını,ellerinin sıcaklığını. Hissetmek...Kokusunun tanıdıklığını,ellerinin,gözlerinin hatta güldüğünde yanağında oluşacak çizgilerin.Belki de tatmak demeli.
Onla ya da onsuz,hissetmek.Soyut da olsa, soyut 'o'nu hissetmek.Acıtsa da, mantıklı yanın bu hislere parmak sallayarak -işaret parmağı- "cık cık cık" dese de. En mantıklı dostlar - aynı zamanda en candan - "unut,gelecek parlak" dese de yaşamak onu,yaşamak onunla her gün. Yeniden.
Her gittiğin yere götürmek yanında,hoşuna giden her küçük detayı onunla paylaşmak,tek başınayken asla sıkılmamak.Asla yalnız olmamak.Yüzünü -belki de gerçekten onun olmayan yüzünü- gözlerinin önüne en güzel manzara yapabilmek, her şiiri onun sesiyle okumak, sessizliği paylaşmak.
İnsan neden geleceğe bakar ki -bakmalı ki- zaten? Ya geçmişteyse gelecekte sandığımız? Ya varıp varacağının hepsi buysa? Sonrası... hep aynıysa?
Neden hayallerindeki mükemmeli yok etmek pahasına,hayallerin pamuk yumuşaklığından,anne sıcaklığından sıyrılıp "yeni" olana; acıtacak olana,gidecek olana,hayallerini de götürecek olana,hayallerini söküp çıkartırken acıtacak olana,ağlatıp yeniden yalnızlaştıracak olana koşmalı -gitmeli- ki insan? Neden geçmiştekiyle aslında mutluyken "insan geçmişe saplanmamalı" demeli? Sahi, neden "saplanmak"? İnsan bazen geçmişini çok sevebilir -olamaz mı-. Bunu bilinçli de yapabilir. Yine insan bazen geçmişini özlemez,onun aslında "geçmiş" -bitmiş- olduğunu bilir,bunu bilir ve bunu bir yana bırakır. "Geçmiş" -bitmiş- olanla yaşamaya devam edebilir. Bitmiş bir su şişesini hala çantanda taşımak gibi -ağırlık yapmadıkça-.Bazen o "saplanmak" dediğiniz aslında "yaşamak"tır. Bazen aslında "yeni her zaman iyidir" değildir. Bazen geçmişe umutsuzca sarılmak yerine umudu da umutsuzluğu da bir yana bırakıp ona sarılabilir, yanında -sırtında değil- taşıyabilir insan.
Soyut bir imge olan geçmişini pekala somut,gepgerçek,capcanlı olana da tercih edebilir belki.
18 Ekim 2011 Salı
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
-Turgut Uyar (nam-ı diğer bana şiiri sevdiren ikinci adam.)
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
-Turgut Uyar (nam-ı diğer bana şiiri sevdiren ikinci adam.)
14 Ekim 2011 Cuma
Lanet olsun be adam,bi kez de içimi okuyama
Melankoli
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlıyamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...
Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.
Sabahattin Ali
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlıyamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...
Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.
Sabahattin Ali
10 Ekim 2011 Pazartesi
Bugün yağmur bir kadın saçıdır
Ankara yine Ankara oldu bugün. O allanıp pullanıp güzelliğini benden sakladığı günleri atlatmış. Yine kendi kokusuyla gelmiş:ıslak toprak ve çam kokusu.
Yine biraz hüzünlü gelmiş ya, en başından belliydi böyle olacağı. Zaten yaz aşklarından kim hayır görmüş de sen göresin! Ne varsa kışta, sonbaharda; yağmurda soğukta var. Hem öyle ilk bakıştan güzelliği gözler önünde olandan korkacaksın.
Ben de ayak uydurdum sana. Saçaklı, küçük bir kız çocuğu oldum bugün. “Genç kız modeli” saçlarıma kıydım. Daha doğrusu kıyar gibi yaptım.Ucundan azıcık.
Kendimi çok özlemiştim.
Etiketler:
ankara,
genç kız modeli
6 Ekim 2011 Perşembe
Masaya oturmuş yüzüne yayılan büyük huzur göstergesi mimiklerinden utanmış ve pembeleşmiş yanaklarını elleriyle örtmeye çalışıyor ve bunu yaparken de bu anı daha önce yaşamış olduğunu hissetmektense bunu biliyordu.
Oturduğu masaya vuran sonbaharın yakıcılıktan uzak,anne şefkatine ya da babanın o sıcacık kucaklamasına benzeyen güneş ışığıyla kardeştiler adeta. Öylesine uyumlu,candan.
Etrafta çok ses yoktu aslında. Çalışan bir makinenin huzur veren devamlı uğultusu,arada bir beliren kuş cıvıltıları ve bir anda çalan bir telefonun sesiydi tümü.
Masasında bir kaç eşyası duruyordu sadece -bir kitap küçük bir not defteri ve tükenmez kalem-. İşi gücü,yetişecek bir yeri yokmuş gibi rahat davranışlar içindeydi.Hareketleri, duruşu, dudakları,saçlarının ışıltısı stresle sanki hiç tanışmamışlardı.
Bir ara kahvesinden tüten dumanı izledi ve bunun ne mucizevi bir görüntü olduğunu düşündü.Bu düşüncesi somut hayattaki yansımasını dudağının kenarında beliren küçük,belli belirsiz bir kıvrımla buldu.
Küçük şeylerin verdiği mutluluğun aslında büyük şeyleri elde etmek için verilen uğraş sırasında hissedilen tüm o kötü duygularla kıyaslandığında mükemmele yakın ölçülerde olduğunu da hissetmedi değil.
Bu kadar huzurlu hissetmesinin aslında tamamen seslerin, ışığın ve kokuların etkisi olduğunu bilmek de onu ziyadesiyle korkutmuştu.Doğanın elinde ne kadar büyük - ya da küçük- bir oyuncak olduğunu düşündü. Kahve kokusu ona huzur verirdi.Devamlı çalışan bir makinenin tek düze sesi de. Ama insan sesi pek huzurlu değildi ona göre.Belki insan elinden çıkma da olsa bir tek müzik huzur verici olabilirdi. Lakin müzik de yapay bir sesti ve o bu yapma sesin bağımlısı olmuştu, ne yazık!
İnsanların ona huzur verdiği hiç mi olmamıştı? Böyle biriyse onun adına bir kez daha üzülmemiz gerekirdi,nitekim hiç bir insandan bir huzur kırıntısı alamamış bir insan için yaşam çekilmez bir şey olsa gerekti.
Sonra cevabımı aldım. Uzaktan onu gören masamdan kalktım.Yavaş ama tereddütsüz adımlarımla yaklaştım ona. Sandalyesine elimi koyup dudağımdaki gülümseme benzeri kıvrıma eşlik eden soru işaretleriyle dolu gözlerimle - size yemin edebilirim ki o an gözlerim soru işareti biçimini almıştır- izin istedim. O da yine onaylayıcılıktan upuzak olan, daha çok umursamazlık hisleriyle dolu gözleriyle baktı bana. Gözlerinin “ne fark eder ki!” diyişini duydum. Aman tanrım! Kulağa ne de hoş geliyordu gözlerinin konuşması!
Gözlerimi rahatsız etmeden onlarla tatlı tatlı eğlenen güneş ışığı da geldi yanımıza. Beraberdik. Bir süre suskunca oturduk, gözlerimiz de susmuştu dudaklarımızın yanı sıra. Güneş susmamıştı tabi, yumuşak mırıltılarıyla bizi ısıtmaya devam ediyordu. Zamansa tatile çıkmıştı sanki, mesai yapmıyordu.
Bu zaman olmaksızın - ya da umursanmaksızın- oturma faslından sonunda bıkmıştım ve cevabını öğrenmek için tüm ömrüm boyu bir daha kahve içmemeye yemin edebileceğim o soruyu sordum ona.
Oturduğu masaya vuran sonbaharın yakıcılıktan uzak,anne şefkatine ya da babanın o sıcacık kucaklamasına benzeyen güneş ışığıyla kardeştiler adeta. Öylesine uyumlu,candan.
Etrafta çok ses yoktu aslında. Çalışan bir makinenin huzur veren devamlı uğultusu,arada bir beliren kuş cıvıltıları ve bir anda çalan bir telefonun sesiydi tümü.
Masasında bir kaç eşyası duruyordu sadece -bir kitap küçük bir not defteri ve tükenmez kalem-. İşi gücü,yetişecek bir yeri yokmuş gibi rahat davranışlar içindeydi.Hareketleri, duruşu, dudakları,saçlarının ışıltısı stresle sanki hiç tanışmamışlardı.
Bir ara kahvesinden tüten dumanı izledi ve bunun ne mucizevi bir görüntü olduğunu düşündü.Bu düşüncesi somut hayattaki yansımasını dudağının kenarında beliren küçük,belli belirsiz bir kıvrımla buldu.
Küçük şeylerin verdiği mutluluğun aslında büyük şeyleri elde etmek için verilen uğraş sırasında hissedilen tüm o kötü duygularla kıyaslandığında mükemmele yakın ölçülerde olduğunu da hissetmedi değil.
Bu kadar huzurlu hissetmesinin aslında tamamen seslerin, ışığın ve kokuların etkisi olduğunu bilmek de onu ziyadesiyle korkutmuştu.Doğanın elinde ne kadar büyük - ya da küçük- bir oyuncak olduğunu düşündü. Kahve kokusu ona huzur verirdi.Devamlı çalışan bir makinenin tek düze sesi de. Ama insan sesi pek huzurlu değildi ona göre.Belki insan elinden çıkma da olsa bir tek müzik huzur verici olabilirdi. Lakin müzik de yapay bir sesti ve o bu yapma sesin bağımlısı olmuştu, ne yazık!
İnsanların ona huzur verdiği hiç mi olmamıştı? Böyle biriyse onun adına bir kez daha üzülmemiz gerekirdi,nitekim hiç bir insandan bir huzur kırıntısı alamamış bir insan için yaşam çekilmez bir şey olsa gerekti.
Sonra cevabımı aldım. Uzaktan onu gören masamdan kalktım.Yavaş ama tereddütsüz adımlarımla yaklaştım ona. Sandalyesine elimi koyup dudağımdaki gülümseme benzeri kıvrıma eşlik eden soru işaretleriyle dolu gözlerimle - size yemin edebilirim ki o an gözlerim soru işareti biçimini almıştır- izin istedim. O da yine onaylayıcılıktan upuzak olan, daha çok umursamazlık hisleriyle dolu gözleriyle baktı bana. Gözlerinin “ne fark eder ki!” diyişini duydum. Aman tanrım! Kulağa ne de hoş geliyordu gözlerinin konuşması!
Gözlerimi rahatsız etmeden onlarla tatlı tatlı eğlenen güneş ışığı da geldi yanımıza. Beraberdik. Bir süre suskunca oturduk, gözlerimiz de susmuştu dudaklarımızın yanı sıra. Güneş susmamıştı tabi, yumuşak mırıltılarıyla bizi ısıtmaya devam ediyordu. Zamansa tatile çıkmıştı sanki, mesai yapmıyordu.
Bu zaman olmaksızın - ya da umursanmaksızın- oturma faslından sonunda bıkmıştım ve cevabını öğrenmek için tüm ömrüm boyu bir daha kahve içmemeye yemin edebileceğim o soruyu sordum ona.
”İnsanlar gerçekten huzur verebilirler mi dersin?”
25 Eylül 2011 Pazar
Tüm dostlara açık mektubumdur.
Biliyorum bana kızacaksınız. Neden? Ben de bilmiyorum neden. Bilirsiniz ya da bilmezsiniz ben de bilmem ama kendimi anlatmayı aslında sevmem. Sizlerle her dertleştiğimde bunun ezikliğini de hissederim aslında. Birisinin kıymetli zamanını kendi gereksiz ve 3-5 gün sonra unutacağım dertlerimle doldurmak epeyce gülünç gelir bana. Biraz da hüzünlü. Sırf dostumsunuz diye bu eziyete katlanırsınız ya… Hüzünlü.
Aslında empati yaptığımda, kendi adıma dostumun bana dertlerinden bahsetmesinin beni mutlu ve işe yarar hissettirdiğini fark ettiğimi de söylemeliyim.
Kısacası bu aralar iyi değilim dostlar. Sebebini soracak olursanız bu konuda da bir kaç tahminim var; birinci tahmin geçen yılı sindirmekte olan zihnimin fazla mesai yapması sonucu duygularımı kontrol edememesi, ikinci tahminim geçen yıldan beri değişen milyon tane şeyin üzerimdeki tesiri, üçüncüsü geçen sene ve kısmen ondan önceki sene yaşadığım bazı şeylerin beni epeyce değiştirmiş olması ve bu değişimimin farkına yeni varıyor olmam.
Her neyse. Söylemek istediğim sizi seviyorum. Ve şu sıra bu şarkıyı dinlediğinizde oluşan bi boşvermişlik duygusu var ya, öyleyim işte. İçimden bi halt yapmak gelmiyor.
Etiketler:
kendine alışmak
23 Eylül 2011 Cuma
Fall: çöküş, düşüş; Sonbahar
Zamanın ellerimden kayarcasına yitip gittiği, kulaklarımdaki uğultulardan anlamlar çıkarıp bir şekilde bilinçsiz kendini avutma çabalarımın belirdiği, evde çıplak ayak gezerken ordan burdan esen serin havanın ayaklarımı ürperttiği ama içime saçma bi huzur verdiği, üstüme giydiğim kapkalın kazakların bana sarılmasını beklediğim hayali kollar yerine geçtiği, dışarı çıkarken evde unutulan bir şemsiyenin gün boyu kafayı kurcalayan en büyük dert olduğu günler geldi farkında olmadan.Sessizce. İpince yağan yağmurların anımsattığı büyüklü küçüklü imgelemler de geldi, yerleşti evlerine; tatilleri sona ermiş olacak ki... Unutulmuş, unutulmaya yüz tutmuş tüm duygusal şarkılar da geldi yerleşti yine hayatımın orta yerine. İpod'da yapılacak bir pop şarkı avından sonra hazırım sana sevgili Sonbahar.
P.S: Sonbahar şarkım, özlemişim seni de.
| Bir de kendi çektiğim resim olsun. |
20 Eylül 2011 Salı
İstanbul İstanbul olalı...
Gözümde öyle bir İstanbul imgesi var ki... Hep vardı da hani şu günlerde iyice bir kemikleşti gibi.
İstanbul olgusu hayatıma ilk kez ben epeyce küçükken izlediğim bir Yeşilçam filmiyle girmişti. Filmin adı neydi başrolde kimler oynardı bi fikrim yok,kusuruma bakmayın. Ama bildiğim ve beynime kazınan hatırladığım sahnesi o zamanki çocuk aklımda derin yaralar açan gayet çocuksu bir sahneydi. Film İstanbul'da geçiyordu ve filmde bir çocuk annesini kaybedip sokaklara düşüyordu. Bu böyle salya sümük ağlayarak sokakları gezerken bir baloncu görüyor. Baloncu çocuğa acıyıp bi tane balon veriyordu bizimkine. Tabi çocuk salyasını kesip sümüğünü silip yola mutlu mutlu devam etmeye başlıyordu hemen. Ancak tam bu mutluyken adamın biri çocuğun balonunu çekip alıyordu. Artık filmde o zamana kadar çocuk neler çekmişti bilmiyorum ama bu olay karşısında ben de salya sümük olup "ama haksızlıııık" diye hönkürmekten kendimi alamamıştım.Bunlar çok net hatırladığım şeyler ve bende tamamıyla kötü bir İstanbul imajı oluşturdu bu film tabii ki.
Aradan geçen yıllar boyu pek çok İstanbul'da geçen, İstanbul'u anlatan film izledim. Birçok arkadaşımdan İstanbul'la ilgili övgü dolu laflar işittim. Birçok roman okudum yine İstanbul'u anlatan. Ama o ilk izlenimi değiştirebilen hiçbir şey olmadı, olamadı. Tüm bu filmler, kitaplar, şiirler bendeki o "piç istanbul" bakışını pekiştirmekten başka bir işe yaramadı.
Geçenlerde Haymatlos'umu yolladım İstanbul'a. Temelli değil çok şükür ki, sadece bir aylığına gitmişti ki çoğu geçti sanırım. O da yine çok mutlu orada, aradığımda sesi çok keyifliydi. Ben onun adına sevindim tabii ki ama yine kendi adıma üzüldüm. Çünkü hissediyorum ki onu burada tutan tek şey okulu. O da bitince kuş yuvadan uçacak ve ben İstanbul'a ilk kez yenilicem belki.
İkinci bir vak'a daha oldu ki ben bu yazıyı yazmaya karar verdim, o da bir diğer can dostumun yine bu "piç istanbul" yaptığı yolculuk oldu. Haymatlos'un dediğine göre Mariza da yine çok sevmiş bu İstanbul'u ve bu da benim İstanbul'a ikinci yenilmem olacaktı. Çünkü onun da kanatlarını takıp o tarafa doğru uçabileceğini hayal edebiliyorum.
Bu sebeplerden ötürü seni sevemedim İstanbul, senle ilgili şarkıları da sevemedim, şiirleri de. Bana gelip gelip seni öven insanlara da ısrarla "gezilecek yer ama yaşanmaz be gülüm" cevabını vermekten de yılmayacağım. Hıh.
İstanbul olgusu hayatıma ilk kez ben epeyce küçükken izlediğim bir Yeşilçam filmiyle girmişti. Filmin adı neydi başrolde kimler oynardı bi fikrim yok,kusuruma bakmayın. Ama bildiğim ve beynime kazınan hatırladığım sahnesi o zamanki çocuk aklımda derin yaralar açan gayet çocuksu bir sahneydi. Film İstanbul'da geçiyordu ve filmde bir çocuk annesini kaybedip sokaklara düşüyordu. Bu böyle salya sümük ağlayarak sokakları gezerken bir baloncu görüyor. Baloncu çocuğa acıyıp bi tane balon veriyordu bizimkine. Tabi çocuk salyasını kesip sümüğünü silip yola mutlu mutlu devam etmeye başlıyordu hemen. Ancak tam bu mutluyken adamın biri çocuğun balonunu çekip alıyordu. Artık filmde o zamana kadar çocuk neler çekmişti bilmiyorum ama bu olay karşısında ben de salya sümük olup "ama haksızlıııık" diye hönkürmekten kendimi alamamıştım.Bunlar çok net hatırladığım şeyler ve bende tamamıyla kötü bir İstanbul imajı oluşturdu bu film tabii ki.
Geçenlerde Haymatlos'umu yolladım İstanbul'a. Temelli değil çok şükür ki, sadece bir aylığına gitmişti ki çoğu geçti sanırım. O da yine çok mutlu orada, aradığımda sesi çok keyifliydi. Ben onun adına sevindim tabii ki ama yine kendi adıma üzüldüm. Çünkü hissediyorum ki onu burada tutan tek şey okulu. O da bitince kuş yuvadan uçacak ve ben İstanbul'a ilk kez yenilicem belki.
İkinci bir vak'a daha oldu ki ben bu yazıyı yazmaya karar verdim, o da bir diğer can dostumun yine bu "piç istanbul" yaptığı yolculuk oldu. Haymatlos'un dediğine göre Mariza da yine çok sevmiş bu İstanbul'u ve bu da benim İstanbul'a ikinci yenilmem olacaktı. Çünkü onun da kanatlarını takıp o tarafa doğru uçabileceğini hayal edebiliyorum.
Bu sebeplerden ötürü seni sevemedim İstanbul, senle ilgili şarkıları da sevemedim, şiirleri de. Bana gelip gelip seni öven insanlara da ısrarla "gezilecek yer ama yaşanmaz be gülüm" cevabını vermekten de yılmayacağım. Hıh.
13 Eylül 2011 Salı
Evvel zaman içinde...
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde büyük bir şehirde yaşayan, kendi halinde bir genç kız varmış.Genç kız, günlerin monotonluğu içinde sürüklenirken kendi hayatına neşe ve renk katmak için bol bol kitap okur ve müzik dinlermiş.
Çoğunlukla da içine kapanıkmış bu kızımız, biraz da hayalperest. Hayaller kurar onlarla mutlu olup yeniden bu monotonluğu göğüsleme gücü elde edermiş kendisinde. Her akşam uyku öncesi en az 2 doz olmak üzere hayal alırmış. Bu hayalleri almadığı vakit genç kızın hayat karşısında ayakta bile duramadığı görülür, yüzünün Ekim aylarında sararan bir çınar ağacı yaprağı gibi sararıp solduğu görülürmüş. Böyle zamanlarda genç kız hep üzgün bir halde olurmuş. O kadar ki, hayallerinde bile üzüntülü olurmuş.Bu ismi bilinmeyen amansız hastalık pek de bulaşıcıymış. Böyle zamanlarda Genç Kız'ın yanına yaklaşanların da bu hastalığın yan etkilerine maruz kaldıkları görülürmüş. Bu hastalığın en büyük yan etkileri pembe hayallerin yok olmasının dışında, alınganlık, sulu gözlülük ve somurtkanlıkmış. Bu amansız hastalığın ne yazık ki kökten çözümü yokmuş. Yaşadığı büyük şehirde tıp bilimi çok ilerlemiş olmasına rağmen henüz genç kızın bu hastalığını çözmeyi başaramamış. Genç kız kapı kapı gezmiş bir çare bulmak için lakin bütün bilgin kişilerin söylediği şey hep aynıymış; bol miktarda müzik. Ne kadar çok notayı hapsedersen zihnine o kadar çabuk güçlenirsin, o kadar çabuk kavuşursun elmacık kemiklerin üzerinde yaşayan minik pembe dostlarına demiş bilginler. Tabi teknoloji çok gelişmiş olduğu için artık o pembe dostlar yerine "allık" denen bir şey kullanılabiliyormuş ama yine de her şeyin doğalı güzelmiş. Doktorlar hiç onaylamıyormuş zaten o allık denen mereti. Küçük pembe dostlarımızı korkutup kaçırıyormuş çünkü. Hem de sonsuza dek.
Tanışmalarından hemen sonra kaynaşıvermişler genç kızla güzel şarkı. Kız şarkının yanından ayrılamaz olmuş. Onun her bir notasını öğrenmek ve her bir tınısına dokunmak istiyormuş. Şarkı da kızın hüznünü silmek, yüzüne gülücükler yerleştirmek istiyormuş. Aralarındaki bu güzel dostluk etraftakilerin de dikkatini çekmiş ama herkes pek yakıştırmış ikisini birbirine.
Gel zaman git zaman, bizim genç kız ve güzel şarkı birbirine iyice bağlanmış ve birbirlerini asla bırakmamak için söz vermişler. Hatta genç kız öyle korkuyormuş ki onu kaybetmekten kimseciklere bahsetmiyormuş bu güzel şarkıdan, ya onu elinden alırlarsa korkusuyla. Güzel şarkı ise o kadar kararlıymış ki ona bağlı kalmaya, güftesine bile işlemiş bunu.
En nihayetinde,adet yerini bulmuş, gökten üç elma düşmüş, biri tüm güzel müzik yapan sanatçılara, diğeri bu müziklere erişebilmemizi sağlayan internet'e diğeri de bu yazı yazarının hayal gücündeki minik insancıklara.
Çoğunlukla da içine kapanıkmış bu kızımız, biraz da hayalperest. Hayaller kurar onlarla mutlu olup yeniden bu monotonluğu göğüsleme gücü elde edermiş kendisinde. Her akşam uyku öncesi en az 2 doz olmak üzere hayal alırmış. Bu hayalleri almadığı vakit genç kızın hayat karşısında ayakta bile duramadığı görülür, yüzünün Ekim aylarında sararan bir çınar ağacı yaprağı gibi sararıp solduğu görülürmüş. Böyle zamanlarda genç kız hep üzgün bir halde olurmuş. O kadar ki, hayallerinde bile üzüntülü olurmuş.Bu ismi bilinmeyen amansız hastalık pek de bulaşıcıymış. Böyle zamanlarda Genç Kız'ın yanına yaklaşanların da bu hastalığın yan etkilerine maruz kaldıkları görülürmüş. Bu hastalığın en büyük yan etkileri pembe hayallerin yok olmasının dışında, alınganlık, sulu gözlülük ve somurtkanlıkmış. Bu amansız hastalığın ne yazık ki kökten çözümü yokmuş. Yaşadığı büyük şehirde tıp bilimi çok ilerlemiş olmasına rağmen henüz genç kızın bu hastalığını çözmeyi başaramamış. Genç kız kapı kapı gezmiş bir çare bulmak için lakin bütün bilgin kişilerin söylediği şey hep aynıymış; bol miktarda müzik. Ne kadar çok notayı hapsedersen zihnine o kadar çabuk güçlenirsin, o kadar çabuk kavuşursun elmacık kemiklerin üzerinde yaşayan minik pembe dostlarına demiş bilginler. Tabi teknoloji çok gelişmiş olduğu için artık o pembe dostlar yerine "allık" denen bir şey kullanılabiliyormuş ama yine de her şeyin doğalı güzelmiş. Doktorlar hiç onaylamıyormuş zaten o allık denen mereti. Küçük pembe dostlarımızı korkutup kaçırıyormuş çünkü. Hem de sonsuza dek.
Yine günlerden böyle bir günmüş. Genç kız yine hayallerinde bile üzgün olduğunu fark etmiş ve bol bol müzik almak için çırpınmaya başlamış. Bu sırada bir şarkı fark etmiş. Öyle pek ortalarda değilmiş bu şarkı, diğerlerine göre biraz utangaçça kenarda köşede saklanıyormuş ama metrelerde öteden güzelliği fark edilebiliyormuş. Genç kızın ilgisini çekmiş bu güzel ama çekingen şarkı ama ona nasıl yaklaşması gerektiğini bilememiş ilk başta. O yüzden bir süre uzak kalmış. Lakin içindeki tutku bu uzak kalışların süresinin uzamasına asla izin vermemiş ve bir kaç zaman sonra genç kız, güzel şarkının kapısını aşındırmaya başlamış. Meğer bu şarkı da genç kızı gözlemliyormuş kaç zamandır. Onun o hasta,sararmış yüzündeki hüzne vurulmuş güzel şarkı.
Tanışmalarından hemen sonra kaynaşıvermişler genç kızla güzel şarkı. Kız şarkının yanından ayrılamaz olmuş. Onun her bir notasını öğrenmek ve her bir tınısına dokunmak istiyormuş. Şarkı da kızın hüznünü silmek, yüzüne gülücükler yerleştirmek istiyormuş. Aralarındaki bu güzel dostluk etraftakilerin de dikkatini çekmiş ama herkes pek yakıştırmış ikisini birbirine.Gel zaman git zaman, bizim genç kız ve güzel şarkı birbirine iyice bağlanmış ve birbirlerini asla bırakmamak için söz vermişler. Hatta genç kız öyle korkuyormuş ki onu kaybetmekten kimseciklere bahsetmiyormuş bu güzel şarkıdan, ya onu elinden alırlarsa korkusuyla. Güzel şarkı ise o kadar kararlıymış ki ona bağlı kalmaya, güftesine bile işlemiş bunu.
En nihayetinde,adet yerini bulmuş, gökten üç elma düşmüş, biri tüm güzel müzik yapan sanatçılara, diğeri bu müziklere erişebilmemizi sağlayan internet'e diğeri de bu yazı yazarının hayal gücündeki minik insancıklara.
Etiketler:
bir varmış bir yokmuş,
güzel müziğe aşık olmak,
müzik sevgisi
11 Eylül 2011 Pazar
Yeni sezon
Gençler, yeni dizi sezonumuz hayırlı uğurlu olsun demek istiyorum. Zira yeni yeni, pek cici diziler çarptı gözüme. Tabii ben şu son zamanlarda dizi özürlü bir insan olduğum için ne kadar takip ederim bilemiyorum. Ne zaman bir diziye başlasam ilk önce büyük bir gazla izliyceeem derken, sonradan baktığımda izlemeyi unutmuş falan oluyorum. Neyse bu sebepten ötürü kendime sezonluk bir dizi seçtim son bir iki yıldır. Bu seneki dizimi tahmin etmek pek güç değil aslında.
Kuzey güney tabii kiiii!!
Kıvanç beni eritti de bitirdi de o ne kas yavrum bee hohohoy muhabbetini yapmayı düşünmüyorum zira orda burda bu muhabbeti zaten duyacaksınız. Değinmek istediğim dizide işlenen konu. Daha önce de kardeş kavgası işlenmiştir belki de burdaki durumu ben daha önce görmedim pek. Kısaca; orta halli bir çekirdek ailemiz var ve bu ailenin çok çok otoriter ve sert bir reisi var. Çocukların biri bu reis karşısında sessiz kalıp huyuna gitme yolunu seçmiş aynı zamanda derslerinde de başarılı. Diğeri yani küçük çocuk (yani Kıvanç) daha kendi başına buyruk olmuş, sorumsuz ve biraz da dik kafalı. Bu çocukla babası arasında hatta zaman zaman ağabeyi arasında geçen sürtüşmeleri izleyeceğiz. Ha bir de küçük kardeş abisinin sevgilisine aşık. Onu da demeden edemeyeceğim.
Yeni eğitim-öğretim yılımızın açılmasına ramak kala son tatil kırıntıları ve boş adam uğraşlarına son bir çabayla tutunma, gerçeği görmezden gelme çabası benimkisi biraz.
Ama dizi tavsiyem yine de.
P.S: Kıvanç'a noolmuş ööylee! Anaammm! Adam Brad Pitt'in Fight Club'daki halinin Türk versiyonu resmen! Sipariş etsek bize de 3-5 tane yollasalar keşkem. Ya da bir rüya görsem tüm Türk erkekleri Kıvanç gibi olsa. En azından kas bakımından? Olmaz mı ?
P.S2: Ama o kız hişş yakışmamış bencesi. Tek kusur bulduğum budur.
Kuzey güney tabii kiiii!!
Kıvanç beni eritti de bitirdi de o ne kas yavrum bee hohohoy muhabbetini yapmayı düşünmüyorum zira orda burda bu muhabbeti zaten duyacaksınız. Değinmek istediğim dizide işlenen konu. Daha önce de kardeş kavgası işlenmiştir belki de burdaki durumu ben daha önce görmedim pek. Kısaca; orta halli bir çekirdek ailemiz var ve bu ailenin çok çok otoriter ve sert bir reisi var. Çocukların biri bu reis karşısında sessiz kalıp huyuna gitme yolunu seçmiş aynı zamanda derslerinde de başarılı. Diğeri yani küçük çocuk (yani Kıvanç) daha kendi başına buyruk olmuş, sorumsuz ve biraz da dik kafalı. Bu çocukla babası arasında hatta zaman zaman ağabeyi arasında geçen sürtüşmeleri izleyeceğiz. Ha bir de küçük kardeş abisinin sevgilisine aşık. Onu da demeden edemeyeceğim.
![]() |
| Diğer çocuk da fena değil gibi ha? |
Yeni eğitim-öğretim yılımızın açılmasına ramak kala son tatil kırıntıları ve boş adam uğraşlarına son bir çabayla tutunma, gerçeği görmezden gelme çabası benimkisi biraz.
Ama dizi tavsiyem yine de.
P.S: Kıvanç'a noolmuş ööylee! Anaammm! Adam Brad Pitt'in Fight Club'daki halinin Türk versiyonu resmen! Sipariş etsek bize de 3-5 tane yollasalar keşkem. Ya da bir rüya görsem tüm Türk erkekleri Kıvanç gibi olsa. En azından kas bakımından? Olmaz mı ?
P.S2: Ama o kız hişş yakışmamış bencesi. Tek kusur bulduğum budur.
Etiketler:
boş adam,
diziyi özetleme çabalaması,
Kuzey güney,
tatilin bitişi
7 Eylül 2011 Çarşamba
Be OK
Son günlerimin özeti olsun. Bi de benim de bir tatil yazım olmuş olsun
2 Eylül 2011 Cuma
Pastoral yaşam anıları
Tatile çıktım. Ama blogumu böyle yalnız bırakınca üzüldüm (yoksa içimden yazmak geldiğinden, azıcık dertleşmek istediğimden filan değil) biraz yazayım dedim.
Köye geldik. Daha doğrusu burası aslen köy değil kasaba. İlginç değil mi? Küçükken çok severdim kasaba olmasını. Sanırım izlediğim Amerikan filmlerindeki hatta daha doğrusu western filmlerindeki "bu kasaba ikimize küçük" laflarından sonra kasaba kelimesi bir kuul bi havalı filan geliyodu bana bilemedim şimdi. Her neyse şu an küçük kasabamızdayız. Babaannemlerin kendi dedelerinden kalma,eski bir evde kalıyoruz maaile. Küçücük bir ev aslında ama bir avlusu var alt katında. Günümüzü orda geçiriyoruz genelde. O açıdan küçücük bile olsa sığışabiliyoruz ama şartlar biraz kötü gerçekten. Özellikle banyo tuvalet muhabbeti fena kasıyo. Nitekim dedemin tuvalet ve banyo kullanış anlayışı biraz değişik. Genelde 1 saatten önce çıkamıyor her nedense. İkinci sorun evde kalabalık olmamız sebebiyle tuvalete sık sık ihtiyaç duyulması. Ben de yapamıyorum böyle, sanki ben içerdeyken sürekli biri gelip pattadanak kapıyı açıvericek gibi geliyo ve acayip gerilim yaşıyorum. Sırf bu yüzden banyoya girmiycem neredeyse. Artık böyle dayanabildiğim kadar dayanıyorum sonra koşarak gidip 5 dakikadan fazla kalmıyorum falan. Dişimi bile böyle içimde bir acele, sinir stresle fırçalıyorum.
Bunun dışında sanki her an pastoral bir şiir fırlıycak içimden o derece doğal hayatla iç içeyim. Her tarafta arı, kuş, köpek, kelebek, sümüklüböcek filan. Biz büyükşeher çocukları olarak alışkın değiliz böyle şeylere. Nasıl geriliyorum nasıl geriliyorum anlatamam. Hele bu arılar... En büyük korkum resmen. Onlarda da köpeklerde olan şu korkuyosan anlama zımbırtısından varmış. Gelip gelip beni buluyolar sürekli, sonra ben çırpınarak koşturuyorum bi. Tabi sonra tüm aile "kocaman kız oldun cık cık cık , elini kolunu sallama gider o cık cık cık" şeklinde muhabbetlere girişiyo. Uyuz oluyorum yaa uyuz. Korkuyorum napiyim! Hem ben küçükken bi kez dinlemiştim sözlerini, sakin duruyım sokmaz demiştim sonra gelip sokmuştu gerizekalı arı! Ben artık nasıl durıyım öyle sakin hı bi deyiverin bana?!
Ama az kaldı bi kaç gün sonra sıcak denizlere inme hedefimi gerçekleştirmiş olacak ve güneşin altında mayışık, uyuşuk, tembel bir kedi gibi yatmaya başlıycam. Sık dişini, sen güçlü bir kızsın! (Evet evet, çok amerikan filmi izlemiştim küçükken ben)
Köye geldik. Daha doğrusu burası aslen köy değil kasaba. İlginç değil mi? Küçükken çok severdim kasaba olmasını. Sanırım izlediğim Amerikan filmlerindeki hatta daha doğrusu western filmlerindeki "bu kasaba ikimize küçük" laflarından sonra kasaba kelimesi bir kuul bi havalı filan geliyodu bana bilemedim şimdi. Her neyse şu an küçük kasabamızdayız. Babaannemlerin kendi dedelerinden kalma,eski bir evde kalıyoruz maaile. Küçücük bir ev aslında ama bir avlusu var alt katında. Günümüzü orda geçiriyoruz genelde. O açıdan küçücük bile olsa sığışabiliyoruz ama şartlar biraz kötü gerçekten. Özellikle banyo tuvalet muhabbeti fena kasıyo. Nitekim dedemin tuvalet ve banyo kullanış anlayışı biraz değişik. Genelde 1 saatten önce çıkamıyor her nedense. İkinci sorun evde kalabalık olmamız sebebiyle tuvalete sık sık ihtiyaç duyulması. Ben de yapamıyorum böyle, sanki ben içerdeyken sürekli biri gelip pattadanak kapıyı açıvericek gibi geliyo ve acayip gerilim yaşıyorum. Sırf bu yüzden banyoya girmiycem neredeyse. Artık böyle dayanabildiğim kadar dayanıyorum sonra koşarak gidip 5 dakikadan fazla kalmıyorum falan. Dişimi bile böyle içimde bir acele, sinir stresle fırçalıyorum.
Bunun dışında sanki her an pastoral bir şiir fırlıycak içimden o derece doğal hayatla iç içeyim. Her tarafta arı, kuş, köpek, kelebek, sümüklüböcek filan. Biz büyükşeher çocukları olarak alışkın değiliz böyle şeylere. Nasıl geriliyorum nasıl geriliyorum anlatamam. Hele bu arılar... En büyük korkum resmen. Onlarda da köpeklerde olan şu korkuyosan anlama zımbırtısından varmış. Gelip gelip beni buluyolar sürekli, sonra ben çırpınarak koşturuyorum bi. Tabi sonra tüm aile "kocaman kız oldun cık cık cık , elini kolunu sallama gider o cık cık cık" şeklinde muhabbetlere girişiyo. Uyuz oluyorum yaa uyuz. Korkuyorum napiyim! Hem ben küçükken bi kez dinlemiştim sözlerini, sakin duruyım sokmaz demiştim sonra gelip sokmuştu gerizekalı arı! Ben artık nasıl durıyım öyle sakin hı bi deyiverin bana?!
Ama az kaldı bi kaç gün sonra sıcak denizlere inme hedefimi gerçekleştirmiş olacak ve güneşin altında mayışık, uyuşuk, tembel bir kedi gibi yatmaya başlıycam. Sık dişini, sen güçlü bir kızsın! (Evet evet, çok amerikan filmi izlemiştim küçükken ben)
Etiketler:
AKRABA MUHABBETİ,
ARILARDAN NEFRET ETMEK,
KÖY YAŞAMI,
SEN GÜÇLÜ BİR KIZSIN
27 Ağustos 2011 Cumartesi
Mutlu yazı.
Bugün mutluyum. Artık yeni bir "Sabahattin Ali" yolculuğuna yalnızca sayılı günler kaldı çünküüü... Tam zamanıydı. Kendisini çok özlemiştim. Epeydir iletişemedik canımla. Ama, 2-3 haftadır biriktirdiğim paramla gittim ona bir sürpriz yaptım. Dayandım kapısına. Dost kitabevinde buluştuk. Uzun uzun okşadım, kokladım onu. Bakalım bu sefer bana ne hikayeler anlatacaksın dedim. Aslında onunla tanışıklığım sadece bir tek kitaptan ibaret. Ama o, o kadar benden oldu ki tek bir kitapla. Bir başka kitabını elime almaya çekindim uzun bir süre. O sürede çok özledim işte evet! O sürede hayat bana çok ağır geldi sensiz. Hele hep bu korkuyla yaşamak, ya seni kaybedersem?! Ya hayallerimi de seninle birlikte kaybedersem? Ya senin hakkında yanılmışsam? Lakin hayır; beni hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyorum Sabahattin. Belki, ilerde bir oğlum olursa babası da seninle ben kadar iyi anlaşırsa, belki oğluma ismini veririm Sabahattin. Tabii içimizdeki şeytan bize bir oyun oynamamış olursa...
Etiketler:
Kitap almak,
Para biriktirmek,
Sabahattin Ali
26 Ağustos 2011 Cuma
Şıp koysak başlık, çok şık olur gibi.
Şıpsevdi diye bir sakız vardı bi zamanlar. Belki hala var tam emin değilim. Böyle şekerli, meyveli tuttili fruttili bi sakızdı işte o da. Ama içinden böyle bi falımsı karikatürümsü bir şey çıkardı. Minik bir kağıt. Üzerinde hep birer şirinlik muskası olan bi oğlan bi kız olurdu. Bu kız hep şıp diye severdi oğlanları. Hep böyleydi bu evet. Sonra oğlan da her ne hikmetse şıp diye severdi kızı. İsmail YK yoktu tabi o zamanlar. "Beni beğeneni been beğenmem, benim beğendiim beni beenmez" çağlarından uzaktı onlar. Şıp diye sevilirdi insanlar. Daha doğrusu eskinin deyimiyle sevişirdi şıp diye. Oğlan kızın gözünden mi anlardı sevildiğini, kız mı oğlana kaş göz eder, efsunlar mı yapardı bilmem. Küçüktüm o zamanlar. Aklım ermiyordu böyle şeylere. Sadece o fallı mallı minik kağıttaki karede illa ki bir adet kalp bulunurdu. Biz kız çocukları çok severdik böyle kalpli malpli, kırmızılı pembeli şeyleri. Büyüdüm hala severim orası ayrı mevzu ya... Ben ordaki kıyı köşede duran kalplere bakardım işte. Sevgi,aşk o kalpler kadar saf ve basitti. O sakız paketinin içinden çıkan o minicik kağıttaki minicik kareye sığabilecek kadar basitti gözümde.
Olayın temeli o kırmızı, pembe kalplerdi aslında. Yoksa şimdi abarttığımız gibi değil.
Olayın temeli o kırmızı, pembe kalplerdi aslında. Yoksa şimdi abarttığımız gibi değil.
| Böyleydi işte. |
25 Ağustos 2011 Perşembe
Saçmalıyorumrumrumrum.
Şu sıra hiç bir zaman olmadığım kadar çok ilgiliyim seninle değil mi blogum? Pek iyi aramız, aman bozulmasın. Bakıyorum bazı bloglara böyle süpersonik hoş temalar yaratmışlar falan. Çok kıskanıyorum. Benim blogumun nesi eksik len diyorum kendi kendime hep. Ama olmayınca olmuyor. Benimkisi hep böyle iç karartıcı temalara sahip olacak sanırım, kaderi bu.Neyse ama bir ara gene bir değişiklik girişiminde bulunayım diyorum. Bunu da buraya not düştüm işte, ki ilerde unutmayayım.Aman tanrım.Çok zekiyim bu akşam.
Kendimden bahsettim.
İki gündür dinlediğim Midlake şarkısının haddi hesabı yok. Birkaç kez daha dinlersem mp3 kendi kendini imha edecek diye korkmuyor değilim. Lakin o melankolinin yumuşak kollarına bırakmak yok mu kendini, özlemişim dersem abartmış olurum ama yine de burada olmak güzel.
Hani hayat güzel, yaşamak güzel diyen iyimser insanlar var ya, ben bu iyimserliğe hep mutsuzken sahip oluyorum. Mutluyken, bir sıkıntım yokken hayat hep boktan benim için. Gel gör ki kendime bir şeyleri dert edindim mi hemen başlarım "ahh hayat yine de güzell!" söylemlerime.
Ruhum seviyor mutsuzluğu. Belki de ben mutsuz olmak için geldim dünyaya. Belki de dünyadaki insanlar mutlu olmak üzere yaratılanlar ve mutsuz olmak üzere yaratılanlar olmak üzere ikiye ayrılmışlardır, iyi ve kötü yerine. Öyle ya, hani yine alışılagelmiş bir sözdür bu; mutsuz olmazsak mutluluğun değerini nereden anlarız diye. Belki de budur yaşamın temel felsefesi ne bileyim.
Ha, şimdi bunu okuyup beni mutsuz, çilekeş sanmayın. Hiç bir sıkıntım, derdim yok. Hatta hava atayım azıcık, tatile bile gidicem haftaya. Akdeniz sahillerinde deniz,güneş,kum üçlüsünün cılkını çıkarana kadar uzuun bir tatil yapacağım. Hatta sanki okulumla aynı şehirde yaşamıyormuşçasına derslerin başlayacağı günden sadece 1 gün önce burada olacağım.
Ama benim için, melankolik olmaya sebep gerekmiyor nedense. Kendimce bir şeyi, hem de en alaksız bir şeyi - misal; kayısılar kurutulur, kurutulunca büzüş büzüş olur, yaşlanmış gibi... çok üzünç bir görüntü- dert edinip kendimce böyle Midlake'ler, Radiohead'ler, Elliot Smith'ler dinleyip, balkonun yerine minder atıp akşam karanlığında evlerin ışıklı pencerelerinin içinde ne hayatlar yaşandığını hayal edebilirim. Tabi elimde dumanı tüten bir kahvemle.
Hani hayat güzel, yaşamak güzel diyen iyimser insanlar var ya, ben bu iyimserliğe hep mutsuzken sahip oluyorum. Mutluyken, bir sıkıntım yokken hayat hep boktan benim için. Gel gör ki kendime bir şeyleri dert edindim mi hemen başlarım "ahh hayat yine de güzell!" söylemlerime.
Ruhum seviyor mutsuzluğu. Belki de ben mutsuz olmak için geldim dünyaya. Belki de dünyadaki insanlar mutlu olmak üzere yaratılanlar ve mutsuz olmak üzere yaratılanlar olmak üzere ikiye ayrılmışlardır, iyi ve kötü yerine. Öyle ya, hani yine alışılagelmiş bir sözdür bu; mutsuz olmazsak mutluluğun değerini nereden anlarız diye. Belki de budur yaşamın temel felsefesi ne bileyim.
Ha, şimdi bunu okuyup beni mutsuz, çilekeş sanmayın. Hiç bir sıkıntım, derdim yok. Hatta hava atayım azıcık, tatile bile gidicem haftaya. Akdeniz sahillerinde deniz,güneş,kum üçlüsünün cılkını çıkarana kadar uzuun bir tatil yapacağım. Hatta sanki okulumla aynı şehirde yaşamıyormuşçasına derslerin başlayacağı günden sadece 1 gün önce burada olacağım.
Ama benim için, melankolik olmaya sebep gerekmiyor nedense. Kendimce bir şeyi, hem de en alaksız bir şeyi - misal; kayısılar kurutulur, kurutulunca büzüş büzüş olur, yaşlanmış gibi... çok üzünç bir görüntü- dert edinip kendimce böyle Midlake'ler, Radiohead'ler, Elliot Smith'ler dinleyip, balkonun yerine minder atıp akşam karanlığında evlerin ışıklı pencerelerinin içinde ne hayatlar yaşandığını hayal edebilirim. Tabi elimde dumanı tüten bir kahvemle.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Anlamsız
Bu sabah başımı yataktan kaldıramadım. Binlerce düşünce üşüşmüştü yine o bazı sabahlarda olduğu gibi aklıma. Uyandım. Yataktan çıkmak bir yarım saatimi almış olsa da uyandım. Sessizdim -dışardan bakarsan. Kargaşaydı içerdekininse ismi.
Genelde bomboş olur aklım sabah uykudan kalkınca, yine sessiz olurum.Boşluktan. Söyleyecek lafım yoktur. Bugünse tam tersine, binlerce düşüncenin hücum etmesiyle baş edemeyen zihnim yine tepkisizce dolandırdı beni işte. Evin içinde ruh gibi... Bu anlarda dışarıdan gelen etkileri de anlayamıyorum. Biri bana seslense duymuyorum mesela. İstemsiz. Düşünceli gibi görünsem de tek bir düşünceyi bile yakalayamam bu anlarda. Aslına bakarsanız fazla düşüncelerin içinde boğulurum, beynimdeki boşluktan pek de bir farkı yoktur.
Anlamsız.
Genelde bomboş olur aklım sabah uykudan kalkınca, yine sessiz olurum.Boşluktan. Söyleyecek lafım yoktur. Bugünse tam tersine, binlerce düşüncenin hücum etmesiyle baş edemeyen zihnim yine tepkisizce dolandırdı beni işte. Evin içinde ruh gibi... Bu anlarda dışarıdan gelen etkileri de anlayamıyorum. Biri bana seslense duymuyorum mesela. İstemsiz. Düşünceli gibi görünsem de tek bir düşünceyi bile yakalayamam bu anlarda. Aslına bakarsanız fazla düşüncelerin içinde boğulurum, beynimdeki boşluktan pek de bir farkı yoktur.
Anlamsız.
Etiketler:
Düşünce,
evde anlamsız dolaşmak,
sabah düşüncelilik hali,
uykudan uyanmak
23 Ağustos 2011 Salı
Pamukçuk!
Pamuktan hayaller değil midir aslında hayatla aramızdaki o incecik iplik sandığımız şeyler? Ara sıra uykudan uyandığımızda içimizde duyduğumuz o hafiflik hissi de aslında uyurken hayallere dokunabilir oluşumuzdan değil midir?
Yanlış bi şekilde hayal kırıklığı koymuşuzdur onun adını ama hayallere boğulmak çok daha uygun olmaz mıydı? Hayaller camdan olacak kadar kırılgan belki ama aynı zamanda camdan olamıycak kadar hafif ve uçarılar. Bir de onları biz yaratırız ve kendi yarattıklarımız bize o denli fazla gelir ki, boğuluruz. Evet, belki hissettirdikleri bir yerimizi kesen bir camın hissettirdiği kadar sızlatıcı, kanatıcı. Ama aynı zamanda pamuktan kat kat yorganların altında yatarken hissettiklerimiz kadar da boğucu, nefes kesici.
Yine başka bir özelliğiyle küçük bir el bombasına benzetebiliriz belki hayallerimizi. Evet. Elimizde tutarız onları, kendi ellerimizide. Pimini de yine biz çekeriz o hayallere kendimizi kaptırmakla, çoğunun sonu hayallerin elimizde patlaması olur. Ardından parçalanmış umutları görmek ise işten bile değildir. Tabi arada üretim hatası bombalar olur ki, burda işler terstir, insanın elinde patlamazlar ve biz buna çook seviniriz.
Hayalleri olmayan insana saygım da sevgim de yoktur evet. Hayalleri olmayan insan içinde tek bir gitar sesi duyamadığımız şarkılar gibi, yavandır.
Yanlış bi şekilde hayal kırıklığı koymuşuzdur onun adını ama hayallere boğulmak çok daha uygun olmaz mıydı? Hayaller camdan olacak kadar kırılgan belki ama aynı zamanda camdan olamıycak kadar hafif ve uçarılar. Bir de onları biz yaratırız ve kendi yarattıklarımız bize o denli fazla gelir ki, boğuluruz. Evet, belki hissettirdikleri bir yerimizi kesen bir camın hissettirdiği kadar sızlatıcı, kanatıcı. Ama aynı zamanda pamuktan kat kat yorganların altında yatarken hissettiklerimiz kadar da boğucu, nefes kesici.
Yine başka bir özelliğiyle küçük bir el bombasına benzetebiliriz belki hayallerimizi. Evet. Elimizde tutarız onları, kendi ellerimizide. Pimini de yine biz çekeriz o hayallere kendimizi kaptırmakla, çoğunun sonu hayallerin elimizde patlaması olur. Ardından parçalanmış umutları görmek ise işten bile değildir. Tabi arada üretim hatası bombalar olur ki, burda işler terstir, insanın elinde patlamazlar ve biz buna çook seviniriz.
Hayalleri olmayan insana saygım da sevgim de yoktur evet. Hayalleri olmayan insan içinde tek bir gitar sesi duyamadığımız şarkılar gibi, yavandır.
15 Ağustos 2011 Pazartesi
12 Ağustos 2011 Cuma
İspanyol Pansiyonu
Dün bir arkadaşımın paylaştığı bir yazıda ismi geçen bu filme her nedense (belki isminden dolayıdır bilmiyorum) kanım kaynadı ve bünyemde acayip bir merak hasıl oldu.
Hemen filmi internet üzerinden bularak izlemeye başladım.Tabi altyazı bulmak biraz zor oldu nitekim filmde kullanılan dil sayısı 7!En son bulduğum altyazı da filmle çok uyumlu değildi,sürekli düzenleme yaparak izlemek zorunda kaldım ama yine de film buna değdi.
Film özetle Erasmus programına katılan bir Fransız gencinin bu büyük macerasını ve bu sırada yaşadığı ilginç durumları konu ediniyor.İçim rahat bir biçimde söyleyebilirim ki kesinlikle amaca ulaşan bir film.Bence yönetmen veya senarist hatta belki de ikisi de Erasmus'u yaşamış insanlar olmalı.Bu kadar gerçekçi bir biçimde anlatabildikleri için.
Filmi izlerken Erasmus dönemlerim aklıma geldi çokça,sık sık kıkırdadım olduğum yerde bazen de endişeli bir ifadeyle seyrettim.
Filme bu kadar kanımın kaynamasının bir diğer sebebi de tabii ki filmde 2 ya da 3 kez duyduğumuz Radiohead/No Surprises etkisiydi.Nitekim benim için yeri çok çok başka olan bir şarkıdır kendisi ve Erasmus dönemim boyunca sık sık kendimi bu şarkıyı dinlerken bulmuşumdur.
Gerçekten epeyce "eğlenceli" olarak tanımlayabileceğim bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.Özellikle Erasmus yapmış arkadaşlarıma o günleri hatırlatıcı küçük bir anı tadında olabilir.
Not:Almanca altyazılı bulabildim videoyu.Artık idare ediverin.
Hemen filmi internet üzerinden bularak izlemeye başladım.Tabi altyazı bulmak biraz zor oldu nitekim filmde kullanılan dil sayısı 7!En son bulduğum altyazı da filmle çok uyumlu değildi,sürekli düzenleme yaparak izlemek zorunda kaldım ama yine de film buna değdi.
Film özetle Erasmus programına katılan bir Fransız gencinin bu büyük macerasını ve bu sırada yaşadığı ilginç durumları konu ediniyor.İçim rahat bir biçimde söyleyebilirim ki kesinlikle amaca ulaşan bir film.Bence yönetmen veya senarist hatta belki de ikisi de Erasmus'u yaşamış insanlar olmalı.Bu kadar gerçekçi bir biçimde anlatabildikleri için.
Filmi izlerken Erasmus dönemlerim aklıma geldi çokça,sık sık kıkırdadım olduğum yerde bazen de endişeli bir ifadeyle seyrettim.
Filme bu kadar kanımın kaynamasının bir diğer sebebi de tabii ki filmde 2 ya da 3 kez duyduğumuz Radiohead/No Surprises etkisiydi.Nitekim benim için yeri çok çok başka olan bir şarkıdır kendisi ve Erasmus dönemim boyunca sık sık kendimi bu şarkıyı dinlerken bulmuşumdur.
Gerçekten epeyce "eğlenceli" olarak tanımlayabileceğim bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.Özellikle Erasmus yapmış arkadaşlarıma o günleri hatırlatıcı küçük bir anı tadında olabilir.
Not:Almanca altyazılı bulabildim videoyu.Artık idare ediverin.
11 Ağustos 2011 Perşembe
Serenad-Zülfü Livaneli
| Bu da kitabımızın kapağı. |
Serenad'da yine her zamanki Livaneli dilini ve onun akıcılığını görüyoruz.Çok hızlı kitap okuyan bir insan olmamama rağmen 3 gün içinde bitirdim romanı.Evet bu benim için bir başarı.
Bunun dışında romanın ana temasına değinmek elbette ki lazım.Romanın temelleri ülkemizde son zamanlarda "nedense" bir anda peydahlanan milliyetçi çizgiye şaşkın ve üzüntülü gözlerle bakan düşünceler üzerine kurulmuş.Yıllardır halkların mutlu mesut,ara sıra didişmeli bir ilişki sürdüğümüz ülke azınlıklarıyla(kastettiğim Kürtler değil) son dönemde gelişen zıt gitme hatta düşmanlaşma gidişatına dönüşen ilişkimize kendi yorumuyla dokunmuş Livaneli.Kimilerinin fazla demokrat bulduğunu duyduğum (ve çokça üzüldüğüm) bu düşünceler sanırım benim de düşüncelerim ve bundan güzel ifade edebilir miydim kendi düşüncelerimi açıkçası bilemiyorum.
Olay düzeni de epey sarsıcı kitapta.Zaman zaman gözlerim dolarak hatta yanaklarımda bir kaç damla yaşla okudum romanı.Ev ve aile durumu son derece kötü olan ve monotonlaşmış hayatında iş ve ev ikilemi içinde yaşayan bir kadın baş karakterimiz.Hayatına giren ve epeyce bir sırrı gövdesinde barındıran bir adam sayesinde değişiveren hayatını görüyoruz romanda.Bunun yanında o sırlar kişisinin sırlarına da vakıf olup şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleniyoruz.
Şu sıralar ne okusam diyorsanız gerçekten memnun kalacağınızdan emin olduğum bir tavsiyedir bu kitap.
7 Ağustos 2011 Pazar
Haftasonu.
Lakin içimdeki sıkıntılar,kafamdaki kurtlar tüm hafta sonu yedi bitirdi beni.Nedendi niçindi bilmiyorum.Bakacak olursak ortada bir sebep de yok ya...Sonuç olarak tüm hafta sonu boyu kendime çektirdiğim acılarımdan(duyan da kendimi zincire falan vurdum sanacak) sonra bir çıkarımda bulundum.
Epey zor aslında,sonsuza kadar sürecek bir şeyleri hazırlamak,hatta imkansız.Ama bu "olması gereken".Yani bir çeşit ulaşılması istenen idea.Ben bundan muzdarip gördüm kendimi.Bir süre mükemmele yakın,tam istediğim kıvamda bir hayat sürdüm sonra zınk diye saplandım yeniden eski pisliğime işte.
Düşünsenize,annenizin hep mükemmel kıvamda hazırladığı mercimek çorbası birden bire sulu iğrenç bir çorbaya dönüşse...
Etiketler:
Hayat Üzerine
5 Ağustos 2011 Cuma
Sanatolia KapanıyorMuş!
Efendim içimdeki ergen her ne kadar sürekli kendinden bahseden yazılar yazmaya itse de beni ona hayır demeyi öğreniyorum.Bakın bu yazı da kanıtı.
Ankara'nın 2 tane özel tiyatro sahnesi var efendim.Birisi Ankara Sanat Tiyatrosu,diğeri ise Ankamall avm.'nin içinde bulunan Sanatolia sahnesi.
Bu 2 tiyatro sahnesinden birisi kapatılmak hatta yıkılmak üzere.Hangisi mi?Tabii ki rant kavgası içinde yaşam mücadelesi vermeye çalışan Sanatolia sahnesi.
Ankamall alışveriş merkezini yöneten GİMAT tarafından yapılan istek üzerine Sanatolia sahnesinin olduğu kısım yıkılarak "sigara içilecek alan" haline getirilmeye çalışılıyor.
Üzülünecek noktalardan ilki bu olsa gerek.Nitekim güzelim tiyatro sahnesi,sanat yuvası, sırf sigara içilsin diye kapatılıyor.(Burada sigaradan soğudum,özellikle sana diyorum sevgili haymatlos :( )
İkincisi de bir çok çocuk oyununa ev sahipliği yapmasının yanında Zuhal Olcay ve Ali Poyrazoğlu gibi bir çok ünlü ismi ağırlamış bu tiyatro sahnesinin kapatılmasının Ankara'nın zaten yeterince kısır olan sanat yaşamına büyük bir darbe vuracağı kesindir.
Burdan "yetkili ağabey"lere seslenmek isterdim ama duymayacaklarını bile bile bunu yapmak istemedim.En azından sana sesleniyorum sevgili okur.Duyarlı olalım ve en azından kendi çevremizde bir kez olsun bu konuyu analım.Belki "yetkili ağabey"lere bu yolla ulaşırız.
Haberin linki için buraya tıklayabilirsiniz.
Ankara'nın 2 tane özel tiyatro sahnesi var efendim.Birisi Ankara Sanat Tiyatrosu,diğeri ise Ankamall avm.'nin içinde bulunan Sanatolia sahnesi.
Bu 2 tiyatro sahnesinden birisi kapatılmak hatta yıkılmak üzere.Hangisi mi?Tabii ki rant kavgası içinde yaşam mücadelesi vermeye çalışan Sanatolia sahnesi.
Ankamall alışveriş merkezini yöneten GİMAT tarafından yapılan istek üzerine Sanatolia sahnesinin olduğu kısım yıkılarak "sigara içilecek alan" haline getirilmeye çalışılıyor.
Üzülünecek noktalardan ilki bu olsa gerek.Nitekim güzelim tiyatro sahnesi,sanat yuvası, sırf sigara içilsin diye kapatılıyor.(Burada sigaradan soğudum,özellikle sana diyorum sevgili haymatlos :( )
İkincisi de bir çok çocuk oyununa ev sahipliği yapmasının yanında Zuhal Olcay ve Ali Poyrazoğlu gibi bir çok ünlü ismi ağırlamış bu tiyatro sahnesinin kapatılmasının Ankara'nın zaten yeterince kısır olan sanat yaşamına büyük bir darbe vuracağı kesindir.
Burdan "yetkili ağabey"lere seslenmek isterdim ama duymayacaklarını bile bile bunu yapmak istemedim.En azından sana sesleniyorum sevgili okur.Duyarlı olalım ve en azından kendi çevremizde bir kez olsun bu konuyu analım.Belki "yetkili ağabey"lere bu yolla ulaşırız.
Haberin linki için buraya tıklayabilirsiniz.
Etiketler:
Şaşırtan Gerçekler
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Gün içinde düşündüklerim.
Zıttırı pıttırı bir yazıyı okumaktasınız evet.Bence o yüzden çok zaman harcamayın,daha faydalı bloglar var.Gün içinde bişeyler düşündüm.Sıralayım dedim kendimce,ilerde dönüp de okursam faydalı olur.(tabi okursam)
1)Anladım anladım.Ben edebiyat falan yapamıyorum ya da şöyle ifade edeyim öyle edebiyat parçalamak konusunda pek yetenekli değilim.Eskiden öyle olduğumu söylerlerdi de sanırım insan zamanla törpüleniyor.Bu "törpü" işlemi keşke sadece beğenmediğimiz yönlerimiz üzerinde olsa ama heyhat...Zaman içinde hayatımıza bir çok insan dokunuyor.Kimisi hafif bir temasla geçerken kimisi öyle olmuyor.İşte bu hayatınıza "büyük" dokunanlar bazen kişiliğiniz üzerinde de etkide bulunabiliyor(muş.). Sanırım bana olan da bu.Hayatınıza aldıklarınıza dikkat edin sevgili okuyan.Çok düz insanlar sizi de "düz"leştirebiliyor.Bu lisede genetik konusunda gördüğümüz baskın gen'le ilgili bir şey sanırım.Edebi yetenek çekinik gen olduğu için eğer her iki insan da o yeteneğe sahip değilse düz olan baskın geliyor falan filan.
2)Bürokrasiden nefret ediyormuşum.Ben ne halt edeceğim acaba okulum bitince?!Sıkıcı bir konu.Çok uzatmıyorum.
3)Ramazan geldi laylaylom.Ama bende ramazan ruhu olamadı nedense.Sanki sokakta da o ruhu göremedim yanılıyor muyum bilmem.Pek oruç tutan yok gibi,herkes ya bir şeyler yiyor ya da içiyordu.Hava sıcak diye ben böyle öngörmüştüm önceden belki de algıda seçicilik yapıyorumdur.
4)99 yılından kalma EGO otobüsleri hala kullanımda.Tıslaya tıslaya dolaşıyorlar.Bir de havasız.
5)Ahh tabi her yazın en büyük sorunu:toplu taşımadaki ter kokusu.Neden,neden,neden?Yapılacak şey çok basit her sabah,hadai 2 günde bir de olabilir, bir duş alın sevgili Ankara'lılar.Yazık vallahi herkeslere.Bir gün bir kız kalkar isyan ederse bilin ki o benim.
6)Sonra bi de kuşak farkı denen şey doğruymuş gerçekten.Ben artık evdeki kimseyle anlaşamaz oldum.Kimse beni anlamıyo böhueheueueöhuehe triplerine ergenken girmemiştim şimdi giriyorum.Ne hale soktun beni kuşak farkı.
İşte bu kadar.Kib.Öptüm.Bye.
1)Anladım anladım.Ben edebiyat falan yapamıyorum ya da şöyle ifade edeyim öyle edebiyat parçalamak konusunda pek yetenekli değilim.Eskiden öyle olduğumu söylerlerdi de sanırım insan zamanla törpüleniyor.Bu "törpü" işlemi keşke sadece beğenmediğimiz yönlerimiz üzerinde olsa ama heyhat...Zaman içinde hayatımıza bir çok insan dokunuyor.Kimisi hafif bir temasla geçerken kimisi öyle olmuyor.İşte bu hayatınıza "büyük" dokunanlar bazen kişiliğiniz üzerinde de etkide bulunabiliyor(muş.). Sanırım bana olan da bu.Hayatınıza aldıklarınıza dikkat edin sevgili okuyan.Çok düz insanlar sizi de "düz"leştirebiliyor.Bu lisede genetik konusunda gördüğümüz baskın gen'le ilgili bir şey sanırım.Edebi yetenek çekinik gen olduğu için eğer her iki insan da o yeteneğe sahip değilse düz olan baskın geliyor falan filan.
2)Bürokrasiden nefret ediyormuşum.Ben ne halt edeceğim acaba okulum bitince?!Sıkıcı bir konu.Çok uzatmıyorum.
3)Ramazan geldi laylaylom.Ama bende ramazan ruhu olamadı nedense.Sanki sokakta da o ruhu göremedim yanılıyor muyum bilmem.Pek oruç tutan yok gibi,herkes ya bir şeyler yiyor ya da içiyordu.Hava sıcak diye ben böyle öngörmüştüm önceden belki de algıda seçicilik yapıyorumdur.
4)99 yılından kalma EGO otobüsleri hala kullanımda.Tıslaya tıslaya dolaşıyorlar.Bir de havasız.
5)Ahh tabi her yazın en büyük sorunu:toplu taşımadaki ter kokusu.Neden,neden,neden?Yapılacak şey çok basit her sabah,hadai 2 günde bir de olabilir, bir duş alın sevgili Ankara'lılar.Yazık vallahi herkeslere.Bir gün bir kız kalkar isyan ederse bilin ki o benim.
6)Sonra bi de kuşak farkı denen şey doğruymuş gerçekten.Ben artık evdeki kimseyle anlaşamaz oldum.Kimse beni anlamıyo böhueheueueöhuehe triplerine ergenken girmemiştim şimdi giriyorum.Ne hale soktun beni kuşak farkı.
İşte bu kadar.Kib.Öptüm.Bye.
Etiketler:
Hayat Üzerine
19 Temmuz 2011 Salı
Guguk Kuşu
Epeydir kendimle çok uğraştım yazılarımda ve epeydir de bundan uzaklaşmak istiyordum.Bugün harika bir konu buldum kendime.Bir film hakkında.Filmin adı Guguk Kuşu (orijinal adıyla One Flew Over the Cuckoo's Nest)
Uzun zamandır izlediğim en etkili dramlardan biriydi belki de.Öncelikle yine filmin isminin Türkçe'ye çevirisinde ne kadaar dikkatsiz ve özensiz davranıldığından bahsetmek istiyorum.Öyle ki epeydir dikkatimi çeken bu filmden sırf ismi çok saçma ve anlamsız geldiği için soğuyordum kendimce.Aslında Cuckoo ingilizcede hem guguk kuşu hem de argoda deli anlamına gelmekte,dolayısıyla filmin orjinal adında kastedilen hemen hemen "deliler diyarından biri geçti" civarında bir şey.Filmin adı başından beri böyle olsaydı ve ben onu bu ismiyle tanımış olsaydım her şey çok daha kolay olmaz mıydı sevgili film ismi çevirici amcalar,teyzeler?
Her neyse filmimiz mekan olarak bir akıl hastanesinde geçiyor.Bugüne kadar illa ki akıl hastanesinde geçen filmler izlemişizdir.Bunlar kimi zaman gerilim,kimi zaman dram filmleri olmuştur.Evet bu filmi de dram kategorisine rahatlıkla sokabiliriz ama ben daha önce izlediğim hiç bir akıl hastanesi filminde böyle ince espriler görmemiş,hayata dair küçük iğnelemelere rastlamamıştım.
Filmimizin başrol oyuncusu olan Jack Nicholson aslında kaçık olup olmadığı tartışmalı bir bireydir.Bir kaç kez yaralama,reşit olmamış biriyle cinsel ilişki gibi suçlardan hüküm giymiştir.En son dönüp dolaşıp bu hastaneye gelmiştir,deli olup olmadığının araştırılması amacıyla.Bana göre kendisi deli değil fazla özgür ruhlu ve biraz da hiperaktiftir.Film boyunca akıl hastanesindekilere "içinde bulunduğunuz hayatı güzelleştirmek sizin elinizde" mesajı vermeye çalışmıştır.
Filmin sonundaysa cadaloz hemşire Fletcher sayesinde artık o da onlardan biri haline gelmiştir.Ancak orada edindiği kızılderili dostu sayesinde bu çok uzun sürmeyecektir.
Film Oscar tarihine damgasını vurmuş ve beş büyükler tabir edilen en iyi kadın oyuncu,en iyi erkek oyuncu,en iyi yönetmen,en iyi film ve en iyi senaryo ödüllerini toplamıştır.
Filmin sonunda bizim Jack'i de hastalardan biri haline getirmek üzere yapılan bir müdahale var ki beni gerçekten derinden sarsmış ve etkilemiştir.Bundan sonraki yazım da onun üzerine düşüncelerimle ilgili olabilir pekala.Neden olmasın?
Sonuç:İzleyiniz!Şiddetle tavsiye.
Uzun zamandır izlediğim en etkili dramlardan biriydi belki de.Öncelikle yine filmin isminin Türkçe'ye çevirisinde ne kadaar dikkatsiz ve özensiz davranıldığından bahsetmek istiyorum.Öyle ki epeydir dikkatimi çeken bu filmden sırf ismi çok saçma ve anlamsız geldiği için soğuyordum kendimce.Aslında Cuckoo ingilizcede hem guguk kuşu hem de argoda deli anlamına gelmekte,dolayısıyla filmin orjinal adında kastedilen hemen hemen "deliler diyarından biri geçti" civarında bir şey.Filmin adı başından beri böyle olsaydı ve ben onu bu ismiyle tanımış olsaydım her şey çok daha kolay olmaz mıydı sevgili film ismi çevirici amcalar,teyzeler?Her neyse filmimiz mekan olarak bir akıl hastanesinde geçiyor.Bugüne kadar illa ki akıl hastanesinde geçen filmler izlemişizdir.Bunlar kimi zaman gerilim,kimi zaman dram filmleri olmuştur.Evet bu filmi de dram kategorisine rahatlıkla sokabiliriz ama ben daha önce izlediğim hiç bir akıl hastanesi filminde böyle ince espriler görmemiş,hayata dair küçük iğnelemelere rastlamamıştım.
Filmimizin başrol oyuncusu olan Jack Nicholson aslında kaçık olup olmadığı tartışmalı bir bireydir.Bir kaç kez yaralama,reşit olmamış biriyle cinsel ilişki gibi suçlardan hüküm giymiştir.En son dönüp dolaşıp bu hastaneye gelmiştir,deli olup olmadığının araştırılması amacıyla.Bana göre kendisi deli değil fazla özgür ruhlu ve biraz da hiperaktiftir.Film boyunca akıl hastanesindekilere "içinde bulunduğunuz hayatı güzelleştirmek sizin elinizde" mesajı vermeye çalışmıştır.
Filmin sonundaysa cadaloz hemşire Fletcher sayesinde artık o da onlardan biri haline gelmiştir.Ancak orada edindiği kızılderili dostu sayesinde bu çok uzun sürmeyecektir.
Film Oscar tarihine damgasını vurmuş ve beş büyükler tabir edilen en iyi kadın oyuncu,en iyi erkek oyuncu,en iyi yönetmen,en iyi film ve en iyi senaryo ödüllerini toplamıştır.
Filmin sonunda bizim Jack'i de hastalardan biri haline getirmek üzere yapılan bir müdahale var ki beni gerçekten derinden sarsmış ve etkilemiştir.Bundan sonraki yazım da onun üzerine düşüncelerimle ilgili olabilir pekala.Neden olmasın?
Sonuç:İzleyiniz!Şiddetle tavsiye.
10 Temmuz 2011 Pazar
Şikayetim Var!
Bu aralar bi gıcıklığım üzerimde.Bi şımardım bi garip oldum.Önceden insanları tersleyemezdim falan şimdi gayet "öğffff napıyısın yaa,hayret bişiiii,bi git bi bırak git" falan tarzı,hem de öle çok samimi olmadığım insanları sıraya diziyorum.Ne bileyim,hayat.
Bu gıcıklığımdan mütevellit bir yerde bi gariplik,eksiklik varsa gözüme batıyor.
*Misal,o salak kediler hep duracak mı güzelim Ankaramın müstesna köşelerinde?Hayır,duracaksa ben gidiyorum yav bı ni yeav?!
*Soğna bu castin biğbır'ın sesi ne zaman kalınlaşcak?Bunu da bilmek istiyorum bilemeyince sinir oluyorum.
*Bizim evin yanında bi boş arazi var 2 yıldır toz toprak içinde.Geçen bizim burdaki bi altgeçit su doldu hatta sırf oranın toprakları doldurmuştur mazgalları valla!Ne zaman bi hale yola gircek?Hayır yürüyemiyorum arkadaşım.
*Yürüyemiyorum demişken,platform topuk giyip dolaşmaya çalışan ablalar,teyzeler yapmayın etmeyin.Ne lüzumu var Ankara'nın kaldırımsız yollarında onlarla cebelleşmeye?Platform dediğin gece giyilir,özel günde falan giyilir ne biliyim,normal insancıl topukluların suyu mu çıktı?
*Sonra adliyede dolanan sayın abilerim,o kadar saçma renklerde gömlekleri nereden buluyosunuz anlamıyorum.Hayır geziyorum dolanıyorum o adliyedeki kadar zevksiz gömlekleri başka da bi yerde göremiyorum.
Saygılar.
Bu gıcıklığımdan mütevellit bir yerde bi gariplik,eksiklik varsa gözüme batıyor.
*Misal,o salak kediler hep duracak mı güzelim Ankaramın müstesna köşelerinde?Hayır,duracaksa ben gidiyorum yav bı ni yeav?!
*Soğna bu castin biğbır'ın sesi ne zaman kalınlaşcak?Bunu da bilmek istiyorum bilemeyince sinir oluyorum.
*Bizim evin yanında bi boş arazi var 2 yıldır toz toprak içinde.Geçen bizim burdaki bi altgeçit su doldu hatta sırf oranın toprakları doldurmuştur mazgalları valla!Ne zaman bi hale yola gircek?Hayır yürüyemiyorum arkadaşım.
*Yürüyemiyorum demişken,platform topuk giyip dolaşmaya çalışan ablalar,teyzeler yapmayın etmeyin.Ne lüzumu var Ankara'nın kaldırımsız yollarında onlarla cebelleşmeye?Platform dediğin gece giyilir,özel günde falan giyilir ne biliyim,normal insancıl topukluların suyu mu çıktı?
*Sonra adliyede dolanan sayın abilerim,o kadar saçma renklerde gömlekleri nereden buluyosunuz anlamıyorum.Hayır geziyorum dolanıyorum o adliyedeki kadar zevksiz gömlekleri başka da bi yerde göremiyorum.
Saygılar.
Etiketler:
Hayat Üzerine
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Metropoldeki Kuş (olsun)
En büyük maceram Erasmus serüvenim için kendime küçük bir defter almıştım.Her an yanımda taşıdım onu ve içinde hatıralar biriktirdim.Bu bende alışkanlık olmuş olsa gerek buraya gelince de yeni bir defter daha aldım.Bunun öyle "Erasmus Hatıraları Defteri" gibi fiyakalı bir ismi yok maalesef.Defterimdeki ilk yazımı da burada paylaşmak istedim.Öyle çok güzel falan değil yanlış anlaşılmasın.(Ama defterim güzel :) )
Küçük bir kuştu gözlerinin önündeki karaltı.O kadar yakındı ki minik kahverengi kuş...(Serçeydi heralde?!) Ne kadar da korkusuz diye düşündü serçe için.Yaşayıp hakkını başarıyla verdiği sınavlardan mıydı bu kendine güven?Ya da o kadar pembeydi ki hayatı,insanoğlunun acımasız ve kocaman pençelerinden,hırslarından ve sinsiliklerinden henüz haberdar değildi belki de?
Öyle ya da böyle,serçeydi ve buradaydı.Uçmak,güzel diyarlara varmak yerine burayı seçmişti kendine.Pencerenin önündeki o küçük çıkıntıyı.Gri,beton,inşaat kalıntılarıyla lekelenmiş;hafifçe sıvası dökülmüş eski binanın küçük ve nadir ayrıntılarından biri olan bu ufacık pencere önünü seçmişti işte kendine. (Pıt pıt) Heyecanla atan küçük kalbi dışarıdan bile görülecek kadar hızlı atıyordu.O kadar ki adeta küçük serçe kalp atışlarının ritmine ayak uydurmuş biçimde şekillendiriyordu hareketlerini.
Kendine bakan o meraklı bir çift gözü görmezden gelerek rahat bir biçimde hareket ediyordu pencerenin önünde.Hoş ,bu gözler sanki görmezden gelinmek için yaratılmışlardı ya...Gözlerindeki minik umut,neşe pırıltılarını görebilen çıkmamıştı henüz.Biri görür gibi yapmış,onu uzun bir süre kandırmıştı.Onun ardından uzun süren sağanaklar görüldü yine bu gözlerde.Ama geçti.Şimdi hava bulutsuz,pırıl pırıl.
Bazen düşünürdü serçeleri bu gözlerin sahibi.Serçe kelimesinin ondaki çağrışımı "özgürlük"tü her nedense.Tüm kuşlar özgürdü ama serçeler bütün o kuşlardan da özgürdü.Bütün arzularını,heyecanlarını ve kederlerini küçücük bedenlerinde barındırabildikleri ölçüde özgürlerdi.Sokakta yürüyen binlerce insanın gözlerine baka baka özgürdü.Hangimiz onun kadar sahibiz ki özgürlüğümüze?
Biz insanlar için özgürlük,uğrunda mücadele edilip,elde edilesi bir şeydir.Zaman zaman iktidarla,zaman zaman yakınımızdaki insanlar ve onların düşünceleriyle,zaman zaman da kendileriyle mücadele eder insanoğlu özgürlüğü için.Yine de elde eder mi sonunda dersek,pek de elde edebildiği görülmemiştir.Özgüre yakın olurlar belki en fazla.Çünkü sevgi bile insanoğlunu tutsaklaştıran bir etkendir insan ömründe,düşünürsek.
Bir çift büyük göz bunları düşünedursun küçük,kahverengi kuş (serçeydi herhalde?!) uçtu gitti.Hayatı yine mi ıskalamıştı düşünceler denizinde yüzerken bu gözlerin sahibi?
Küçük bir kuştu gözlerinin önündeki karaltı.O kadar yakındı ki minik kahverengi kuş...(Serçeydi heralde?!) Ne kadar da korkusuz diye düşündü serçe için.Yaşayıp hakkını başarıyla verdiği sınavlardan mıydı bu kendine güven?Ya da o kadar pembeydi ki hayatı,insanoğlunun acımasız ve kocaman pençelerinden,hırslarından ve sinsiliklerinden henüz haberdar değildi belki de?
Öyle ya da böyle,serçeydi ve buradaydı.Uçmak,güzel diyarlara varmak yerine burayı seçmişti kendine.Pencerenin önündeki o küçük çıkıntıyı.Gri,beton,inşaat kalıntılarıyla lekelenmiş;hafifçe sıvası dökülmüş eski binanın küçük ve nadir ayrıntılarından biri olan bu ufacık pencere önünü seçmişti işte kendine. (Pıt pıt) Heyecanla atan küçük kalbi dışarıdan bile görülecek kadar hızlı atıyordu.O kadar ki adeta küçük serçe kalp atışlarının ritmine ayak uydurmuş biçimde şekillendiriyordu hareketlerini.
Kendine bakan o meraklı bir çift gözü görmezden gelerek rahat bir biçimde hareket ediyordu pencerenin önünde.Hoş ,bu gözler sanki görmezden gelinmek için yaratılmışlardı ya...Gözlerindeki minik umut,neşe pırıltılarını görebilen çıkmamıştı henüz.Biri görür gibi yapmış,onu uzun bir süre kandırmıştı.Onun ardından uzun süren sağanaklar görüldü yine bu gözlerde.Ama geçti.Şimdi hava bulutsuz,pırıl pırıl.
Bazen düşünürdü serçeleri bu gözlerin sahibi.Serçe kelimesinin ondaki çağrışımı "özgürlük"tü her nedense.Tüm kuşlar özgürdü ama serçeler bütün o kuşlardan da özgürdü.Bütün arzularını,heyecanlarını ve kederlerini küçücük bedenlerinde barındırabildikleri ölçüde özgürlerdi.Sokakta yürüyen binlerce insanın gözlerine baka baka özgürdü.Hangimiz onun kadar sahibiz ki özgürlüğümüze?
Biz insanlar için özgürlük,uğrunda mücadele edilip,elde edilesi bir şeydir.Zaman zaman iktidarla,zaman zaman yakınımızdaki insanlar ve onların düşünceleriyle,zaman zaman da kendileriyle mücadele eder insanoğlu özgürlüğü için.Yine de elde eder mi sonunda dersek,pek de elde edebildiği görülmemiştir.Özgüre yakın olurlar belki en fazla.Çünkü sevgi bile insanoğlunu tutsaklaştıran bir etkendir insan ömründe,düşünürsek.
Bir çift büyük göz bunları düşünedursun küçük,kahverengi kuş (serçeydi herhalde?!) uçtu gitti.Hayatı yine mi ıskalamıştı düşünceler denizinde yüzerken bu gözlerin sahibi?
Etiketler:
Hayat Üzerine
19 Haziran 2011 Pazar
Dönüş
Geçen sene değil miydi?Beirut'tan Postcards From Italy dinler,orada olacağım hayalini kurardım.İtalya değil miydi uzun uzun yıllardır görmeyi düşlediğim ülke?
İtalya'ya gidip oradan kart atacaktım buraya.Yaptın mı derseniz,yaptım."Sevgili ben..." ile başlayan beş güzel kartım var elimde.Baktıkça o günleri hatırlarım diye itinayla yolladım kendime bu kartları.Belki biraz saçma geliyor kendi kendine kart yollamak ama başka türlü bana kimse İtalya'dan kartlar yollamayacaktı ki...
Büyük macera bitti.Geçmez sanılan günler de hakikaten geçti.O çok özlediğim hayatıma da yeniden kavuştum işte.Sözlere dökmesi zor,henüz yaşadıkları taze olunca insanın aklında.Hislerim karmaşık.Dönüşüm umduğum kadar muhteşem olmadı sanki.Ama olacak,az zaman lazım.
İtalya'ya gidip oradan kart atacaktım buraya.Yaptın mı derseniz,yaptım."Sevgili ben..." ile başlayan beş güzel kartım var elimde.Baktıkça o günleri hatırlarım diye itinayla yolladım kendime bu kartları.Belki biraz saçma geliyor kendi kendine kart yollamak ama başka türlü bana kimse İtalya'dan kartlar yollamayacaktı ki...
Büyük macera bitti.Geçmez sanılan günler de hakikaten geçti.O çok özlediğim hayatıma da yeniden kavuştum işte.Sözlere dökmesi zor,henüz yaşadıkları taze olunca insanın aklında.Hislerim karmaşık.Dönüşüm umduğum kadar muhteşem olmadı sanki.Ama olacak,az zaman lazım.
Etiketler:
Hayat Üzerine
8 Haziran 2011 Çarşamba
Sevgili günlük,
Günün tarihi olmuş 08.06.2011.Ayrılık gelmiş üç kez tıklatmış kapımı.Bitmez dediğim bitmiş,olmaz dediğim olmuş ve gözüm arkada kalmış.Buradan koşarak gideceğimi düşünürken,gidiyorum ama...
Türk filmlerindeki çok gururlu başrol oyuncuları gibi,gidiyorum ama aklım arkada,ruhum arkada kalmış.Ruhumun süzgecinden geçirdiğim günler,saatler dizi dizi olmuş arkamda.
Kalbim perperişan.Ne hissetse kararsız.Üzülmekten suçluluk duyuyor,sevinse sevinemiyor.Bir mahzun bir kırık garip.Biraz da alıngan olmuş her nedense.Alışkanlık zor.İnsan kötüye de alışıyor iyiye alıştığı gibi.Aynı hızda değil belki ama alıştı mı aynı zorlukta oluyor o alışkanlığı bırakması.
Aylarca adını sayıkladıklarımın hiçbirini görmüyor gözüm.Tek istediğim her şey dağınık kalsın.Burada 9 aydır olduğum gibi her şey uzak,bir o kadar da yakın olsun.O uzaklığın yakınlığıyla sarılayım dört bir elle hayallerime.İçim hep özlemle dolsun.Ah oralarda olsam da şunu şunu yapsam diye yapamayacaklarımın hayallerini kurayım.Gündüz gözüyle kurduğum hayaller o kadar çok olsun ki geceleri rüya görmeme gerek bile kalmasın.Herkese,her şeye uzak olayım.Bu uzaklıktan hem yakınayım hem de bunun rahatlığıyla şımarayım istiyorum işte.Saçmaladım.Duygularımı hayallerimde yarattığım kısa filmlerimde yaşamaktan sanırım yazmayı da unuttum.Ahh...Kimseye açamıyorum derdimi,kimse de anlayamıyor ki beni.
Özenli mi oldu yazım o bile umurumda değil.Tanımlayacak başlık da bulamadım.Başlıksız olsun.Bir garip,mahzun işte.
Günün tarihi olmuş 08.06.2011.Ayrılık gelmiş üç kez tıklatmış kapımı.Bitmez dediğim bitmiş,olmaz dediğim olmuş ve gözüm arkada kalmış.Buradan koşarak gideceğimi düşünürken,gidiyorum ama...
Türk filmlerindeki çok gururlu başrol oyuncuları gibi,gidiyorum ama aklım arkada,ruhum arkada kalmış.Ruhumun süzgecinden geçirdiğim günler,saatler dizi dizi olmuş arkamda.
Kalbim perperişan.Ne hissetse kararsız.Üzülmekten suçluluk duyuyor,sevinse sevinemiyor.Bir mahzun bir kırık garip.Biraz da alıngan olmuş her nedense.Alışkanlık zor.İnsan kötüye de alışıyor iyiye alıştığı gibi.Aynı hızda değil belki ama alıştı mı aynı zorlukta oluyor o alışkanlığı bırakması.
Aylarca adını sayıkladıklarımın hiçbirini görmüyor gözüm.Tek istediğim her şey dağınık kalsın.Burada 9 aydır olduğum gibi her şey uzak,bir o kadar da yakın olsun.O uzaklığın yakınlığıyla sarılayım dört bir elle hayallerime.İçim hep özlemle dolsun.Ah oralarda olsam da şunu şunu yapsam diye yapamayacaklarımın hayallerini kurayım.Gündüz gözüyle kurduğum hayaller o kadar çok olsun ki geceleri rüya görmeme gerek bile kalmasın.Herkese,her şeye uzak olayım.Bu uzaklıktan hem yakınayım hem de bunun rahatlığıyla şımarayım istiyorum işte.Saçmaladım.Duygularımı hayallerimde yarattığım kısa filmlerimde yaşamaktan sanırım yazmayı da unuttum.Ahh...Kimseye açamıyorum derdimi,kimse de anlayamıyor ki beni.
Özenli mi oldu yazım o bile umurumda değil.Tanımlayacak başlık da bulamadım.Başlıksız olsun.Bir garip,mahzun işte.
Etiketler:
Hayat Üzerine
29 Mayıs 2011 Pazar
Özensiz yazı no.2
(Yine bir özensiz yazıdır,hatta kafa da az dumanlı,okuma istersen edebi falan değil vallahi,dürüstüm!)
Ah be e-günlüğüm.Günlerden oldu 29 Mayıs.Doğum günümden 5 gün geçti.Çocukluk bitti sanki 21'e girince.Büyüdük.Sorumluluklar arttı.Pembedense siyah-beyaz veya gri oldu dünya sanki.
Çok büyüdük bir anda,soldu dünyanın o parlak renkleri.İlk kez hediyesiz girdim yeni bir yaşa sanırım.İlk kez umursamadım o günün doğum günüm olmasını,çünkü daha önemli şeyler vardı aklımda.Çünkü daha mühimdi hayatın akışı arasındaki o "yapılacaklar listesi"ndekiler. Umurumda değildi ya da bir toz pembelik vermedi doğum günüm ilk kez.
Ne bileyim,sözde İtalya'da kutladım ya,insan bir garip oluyor be e-günlük.İnsanın yanında dostları olsa,elleriyle kendi için pasta da yapsa bi garip oluyor.Hani mutsuz değil,onca emek karşısında yine mutlu,yine umutlu oluyor da bir kaç ilki de yaşıyor yine ya belki onun garipliği oluyor,onun heycanı.Belki yaban ellerde bile bir kaç iyi dost edinmenin mutluluğunu tadıyor ama anne-baba kavramının boşluğunu dolduramıyor.Öyle eşsiz kavramlar ki nasıl olsa,ne olsa yerleri boş kalıyor.Hadi anne seni doğurandır peki baba ?? Çok mu şey yaşadın be babanla? Ne oldu da bu kadar bağlandın ki?
Yıllar önce seyretmeyi bıraktığımız o yeşilçam filmlerinde gördüğümüz bir kavram olan "kan çekmesi" gerçekten var olan bir kavram mı be günlük?Kime sorsam,ne yapsam bilemedim ve 2.özensiz yazım çıktı ortaya işte.
Tamam 21 oldum,tamam "iyi ki doğdum" ama...Amalardan sonrası pek hayırlı değildir ya her zaman.Yine de "dream on".
Ah be e-günlüğüm.Günlerden oldu 29 Mayıs.Doğum günümden 5 gün geçti.Çocukluk bitti sanki 21'e girince.Büyüdük.Sorumluluklar arttı.Pembedense siyah-beyaz veya gri oldu dünya sanki.
Çok büyüdük bir anda,soldu dünyanın o parlak renkleri.İlk kez hediyesiz girdim yeni bir yaşa sanırım.İlk kez umursamadım o günün doğum günüm olmasını,çünkü daha önemli şeyler vardı aklımda.Çünkü daha mühimdi hayatın akışı arasındaki o "yapılacaklar listesi"ndekiler. Umurumda değildi ya da bir toz pembelik vermedi doğum günüm ilk kez.
Ne bileyim,sözde İtalya'da kutladım ya,insan bir garip oluyor be e-günlük.İnsanın yanında dostları olsa,elleriyle kendi için pasta da yapsa bi garip oluyor.Hani mutsuz değil,onca emek karşısında yine mutlu,yine umutlu oluyor da bir kaç ilki de yaşıyor yine ya belki onun garipliği oluyor,onun heycanı.Belki yaban ellerde bile bir kaç iyi dost edinmenin mutluluğunu tadıyor ama anne-baba kavramının boşluğunu dolduramıyor.Öyle eşsiz kavramlar ki nasıl olsa,ne olsa yerleri boş kalıyor.Hadi anne seni doğurandır peki baba ?? Çok mu şey yaşadın be babanla? Ne oldu da bu kadar bağlandın ki?
Yıllar önce seyretmeyi bıraktığımız o yeşilçam filmlerinde gördüğümüz bir kavram olan "kan çekmesi" gerçekten var olan bir kavram mı be günlük?Kime sorsam,ne yapsam bilemedim ve 2.özensiz yazım çıktı ortaya işte.
Tamam 21 oldum,tamam "iyi ki doğdum" ama...Amalardan sonrası pek hayırlı değildir ya her zaman.Yine de "dream on".
Etiketler:
Hayat Üzerine
16 Mayıs 2011 Pazartesi
Özensiz yazı no.1
Evdeki pilav kokusu,o ocaktaki üzerine gazete örtülmüş mahzun hali alır beni çocukluğuma götürür,neden bilmem.Çocukluğuma dair ise öyle çok net hatırladığım şeyler yoktur aslında.Şunu çok severdim,bundan nefret ederdim gibi.
Şuursuz bir çocukluğum varmış bence.Öyle özel zevklerim falan yokmuş pek.Yaşamışım,büyümüşüm işte.Bugün çok mu şuurlusun derseniz onu da bilemem.Şu günlerde öyle olmadığım aşikar ama genel bağlamda da bilemem işte.Aslında küçükken de şimdi de sanırım içimden gelenleri öyle kafamdaki bi süzgeçten geçirip yaşamayı tercih etmişim.O süzgeci kim koymuş?Delikleri ne büyüklükte filan,neyi eler neyi sever bilmem.Aslında ben çok şey bilmem.
Bir şeyler hakkında kesin hükümler vermekten nefret ederim ya hani.Hep bir kendine güvenmezlik halidir bendeki.Hiç bir şey hakkında yorum yapabilecek kadar bilgili görmüyorum kendimi nedense.Kimi insan da iki cümle şey bilir bir konu hakkında onu öyle güzel pazarlar ya hani.Sanırsın adam aşmış.Bende yok öyle özellikler.
Ama benzetme yapmayı çok severim.Bir konuyu açıklarken özellikle.Yine bir benzetme yapacağım yüksek müsaadenizle ; kitapçıda rafta duran iki kitabı düşünün.Biri güncel,popüler bir roman olsun.Janjanlı,cicili bicili süslenmiş.Diğeriyse klasiklerden biri olsun.Öyle alelade,dümdüz bir kapağı olan,işte adına bakınca insanın koşarak uzaklaşmak isteyeceği falan.Hah,işte ben sanki o ikinci gibiyim ya.Beni görenin kaçası geliyor.
(Nerden nereye geldim yazarken,serbest çağrışımı seviyorum.5 dakika içinde aklımdan geçenlerdir bunlar da.Özensiz yazılarım için özürlerimi sunar,affınıza sığınırım ama bir süre böyle.)
Şuursuz bir çocukluğum varmış bence.Öyle özel zevklerim falan yokmuş pek.Yaşamışım,büyümüşüm işte.Bugün çok mu şuurlusun derseniz onu da bilemem.Şu günlerde öyle olmadığım aşikar ama genel bağlamda da bilemem işte.Aslında küçükken de şimdi de sanırım içimden gelenleri öyle kafamdaki bi süzgeçten geçirip yaşamayı tercih etmişim.O süzgeci kim koymuş?Delikleri ne büyüklükte filan,neyi eler neyi sever bilmem.Aslında ben çok şey bilmem.
Bir şeyler hakkında kesin hükümler vermekten nefret ederim ya hani.Hep bir kendine güvenmezlik halidir bendeki.Hiç bir şey hakkında yorum yapabilecek kadar bilgili görmüyorum kendimi nedense.Kimi insan da iki cümle şey bilir bir konu hakkında onu öyle güzel pazarlar ya hani.Sanırsın adam aşmış.Bende yok öyle özellikler.
Ama benzetme yapmayı çok severim.Bir konuyu açıklarken özellikle.Yine bir benzetme yapacağım yüksek müsaadenizle ; kitapçıda rafta duran iki kitabı düşünün.Biri güncel,popüler bir roman olsun.Janjanlı,cicili bicili süslenmiş.Diğeriyse klasiklerden biri olsun.Öyle alelade,dümdüz bir kapağı olan,işte adına bakınca insanın koşarak uzaklaşmak isteyeceği falan.Hah,işte ben sanki o ikinci gibiyim ya.Beni görenin kaçası geliyor.
(Nerden nereye geldim yazarken,serbest çağrışımı seviyorum.5 dakika içinde aklımdan geçenlerdir bunlar da.Özensiz yazılarım için özürlerimi sunar,affınıza sığınırım ama bir süre böyle.)
Etiketler:
Hayat Üzerine
10 Mayıs 2011 Salı
Last Night (Geçen Gece)
Epeydir bir film hakkında yazmıyordum dedim kendime.Son izlediğim film hakkında kendimce fikirlerimi yazıya dökmeye karar verdim.Malum,bugünlerde pek bi yazasım var,her şeye yazı konusu gözüyle bakar oldum.
Efendim,yeni filmimizin adı "Last Night" .Bunu Türkçe'ye son gece diye çevirmişler lakin bence filmin konusuna da bakaraktan bunun geçen gece olarak çevrilmesi lazım gelmekteymiş ama hayret ettim nasıl olduysa bazı filmleri orjinal adının daha mantıklı olmasına rağmen kendilerinin daha uygun buldukları bazı farklı isimlerle sunmaktan geri durmayan bu "film adı çeviriciler" bunu nasıl olmuş da atlamışlar!
Neyse.Filmimizin başrollerinde Keira Knightley ve Sam Worthington'u görüyoruz.Aslında filmimizin konusu özet olarak genç bir evli çiftin evliliklerinin 3. yılında yaşadıkları sadakat testi.Dolayısıyla 1'i kadın 1'i erkek olmak üzere 2 oyuncuya daha ihtiyacımız var.Bu rollerde de Eva Mendes ve (fransız yakışıklımız) Guillaume Canet bulunmakta.
Filmin beni etkileyen yönü sanırım yaşadığım bazı olaylarla film öyküsünü bağdaştırabilmem.Bunun dışında kadın ve erkeğin "sadakat" anlayışları arasındaki farkı da objektif bir biçimde anlatabildiğini düşünüyorum.(Her ne kadar filmi izledikten sonra bu yazıyı okuyacak bir erkek okuyucu bunun hiç de objektif olmadığını düşüneceğini bilsem de objektiftir.Israr ediyorum sevgili okuyucu.Kendi objektifliğinizi sınayınız.)
Filmin tek eksiği (bana göre) başrolde Keira Knightley'in oynaması.Tamam ,belki sevimli bir yüzü olabilir (o da belki) ama vücut? O da önemli be yapımcılar,be yönetmenler.Şimdi ben erkek olsam bir bakarım.Bir yanda küçük göğüslü(erik) , neredeyse bir kemik yığınından ibaret ama minik sevimli bir burnu ve öpülesi dudakları ve müthiş,tapılası İngiliz aksanına sahip Keira Knightley,diğer yanda tam bir latin,kışkırtıcı dolgun kalçalara sahip Eva Mendes.Seçimin ne olacağını bir kadın olmama rağmen gayet açıkça görebiliyorsam,bu oyuncu seçiminde bir hata vardır bence.şahsen Keira Knightley yerinde bir Marion Cotillard'ı görmek isteyebilirdim.(Zaten bence Guillaume Canet ve Marion Cotillard evlensin.)
Yine de tüm bunların ötesinde filmin kurgusu hoş,izlenilebilirliği olan bir romantik film.Tavsiyemdir.Bir de bu şarkıyla aramda bir bağ kurdum nedense,hadi siz de dinleyin.
Efendim,yeni filmimizin adı "Last Night" .Bunu Türkçe'ye son gece diye çevirmişler lakin bence filmin konusuna da bakaraktan bunun geçen gece olarak çevrilmesi lazım gelmekteymiş ama hayret ettim nasıl olduysa bazı filmleri orjinal adının daha mantıklı olmasına rağmen kendilerinin daha uygun buldukları bazı farklı isimlerle sunmaktan geri durmayan bu "film adı çeviriciler" bunu nasıl olmuş da atlamışlar!
Neyse.Filmimizin başrollerinde Keira Knightley ve Sam Worthington'u görüyoruz.Aslında filmimizin konusu özet olarak genç bir evli çiftin evliliklerinin 3. yılında yaşadıkları sadakat testi.Dolayısıyla 1'i kadın 1'i erkek olmak üzere 2 oyuncuya daha ihtiyacımız var.Bu rollerde de Eva Mendes ve (fransız yakışıklımız) Guillaume Canet bulunmakta.
Filmin beni etkileyen yönü sanırım yaşadığım bazı olaylarla film öyküsünü bağdaştırabilmem.Bunun dışında kadın ve erkeğin "sadakat" anlayışları arasındaki farkı da objektif bir biçimde anlatabildiğini düşünüyorum.(Her ne kadar filmi izledikten sonra bu yazıyı okuyacak bir erkek okuyucu bunun hiç de objektif olmadığını düşüneceğini bilsem de objektiftir.Israr ediyorum sevgili okuyucu.Kendi objektifliğinizi sınayınız.)
Filmin tek eksiği (bana göre) başrolde Keira Knightley'in oynaması.Tamam ,belki sevimli bir yüzü olabilir (o da belki) ama vücut? O da önemli be yapımcılar,be yönetmenler.Şimdi ben erkek olsam bir bakarım.Bir yanda küçük göğüslü(erik) , neredeyse bir kemik yığınından ibaret ama minik sevimli bir burnu ve öpülesi dudakları ve müthiş,tapılası İngiliz aksanına sahip Keira Knightley,diğer yanda tam bir latin,kışkırtıcı dolgun kalçalara sahip Eva Mendes.Seçimin ne olacağını bir kadın olmama rağmen gayet açıkça görebiliyorsam,bu oyuncu seçiminde bir hata vardır bence.şahsen Keira Knightley yerinde bir Marion Cotillard'ı görmek isteyebilirdim.(Zaten bence Guillaume Canet ve Marion Cotillard evlensin.)
Yine de tüm bunların ötesinde filmin kurgusu hoş,izlenilebilirliği olan bir romantik film.Tavsiyemdir.Bir de bu şarkıyla aramda bir bağ kurdum nedense,hadi siz de dinleyin.
6 Mayıs 2011 Cuma
Olan Biten
Yeni doğmuş bebeklerin yaşlılardan daha çok uyuması gibi bir şeydi işte hiç bir şey yapmayıp her gün erkenden uykunun gelmesi. Balkona asılmış,rüzgarla titreşen çamaşırlar gibiydi ruhu da. Bir o yana bir bu yana gidip geliyordu;rüzgarına göre. En büyük korkusu ya bir gün hiç rüzgar esmezse. Ya bir gün hava durulmaya karar verir de bir daha rüzgar esmezse? Kapattı gözlerini.
İçine çekti havadaki bahar çiçeklerinin kokusunu. Bu koku onda sigara içme isteği uyandırdı. Güzel olanı kirletmeliydi insan. Doğası bu. Elinde değil.
Hava ışıl ışıldı ama serindi,bahar naza çekiyordu kendini bu yıl. Dokunmaya çekinen taze sevgili gibiydi. Oysa o tutkuyla bağlıydı ,saplantılıydı sonbahara. Sevmiyordu güneşin arsız sevgisini,yüzsüzce herkesi elde etmeye çalışmasını,tüm gölgeleri zaptetmeye uğraşmasını. Sonra renkler bu kadar canlı olmamalıydı. Bir gün solup gitmeyeceklermişçesine,böylesine hayat dolu olmamalı. Gerçekleri inkar etmemeliler işte. Güneş gözlüklerini de sevmezdi ama ,insanı karamsarlığa sürüklediklerini düşünürdü. Hayat olduğu gibi olmalı işte. Öylece.
Perdeyi çekti.
İçine çekti havadaki bahar çiçeklerinin kokusunu. Bu koku onda sigara içme isteği uyandırdı. Güzel olanı kirletmeliydi insan. Doğası bu. Elinde değil.
Hava ışıl ışıldı ama serindi,bahar naza çekiyordu kendini bu yıl. Dokunmaya çekinen taze sevgili gibiydi. Oysa o tutkuyla bağlıydı ,saplantılıydı sonbahara. Sevmiyordu güneşin arsız sevgisini,yüzsüzce herkesi elde etmeye çalışmasını,tüm gölgeleri zaptetmeye uğraşmasını. Sonra renkler bu kadar canlı olmamalıydı. Bir gün solup gitmeyeceklermişçesine,böylesine hayat dolu olmamalı. Gerçekleri inkar etmemeliler işte. Güneş gözlüklerini de sevmezdi ama ,insanı karamsarlığa sürüklediklerini düşünürdü. Hayat olduğu gibi olmalı işte. Öylece.
Perdeyi çekti.
5 Mayıs 2011 Perşembe
E o da bayram
Bundan 4 gün önce,yani tam tarih 1 Mayıs.1 Mayıs işçi bayramı- emek ve dayanışma günü,tam ismi bu.Malumunuz ülkemizde her sene pek heyecanlı (!)bir biçimde kutlanılır bu gün.Ben de hazır yurt dışındayken dedim bakayım bunlar nasıl kutluyormuş.Eylem meylem bişi olursa girerim de burda coplamıyolardır,kafa göz dağıtmıyorlardır diye düşünmekteydim.Neyse efenim Bologna'ya gittim.Öğrenci şehri,hatta nam-ı diğer kızıl şehir.Sabah kalktık,meydana koştuk ama....Şaşırdım mı deseem,hayal kırıklığı mı deseem...Meydanda sol partiler stand kurmuştu,bir de sahne kurulmuştu meydana.Gerçekten bir bayram havası vardı ama 1 Mayıs havası?Beklediğim bu değildi.Bir süre bu hayal kırıklığı içinde dolandıktan sonra dedim normal olan hangisi?
Saçmalıyorum.İşte esas 1 Mayıs böyle,bayram gibi olanından olmalı.Konserde genç bir grup sol italyan gruplarından şarkılar söyledi,akşam da devam etti konser.Günün tek olayı ise bir çöp kutusunun yakılmasıydı.
| olay yeri |
Etiketler:
Hayat Üzerine
13 Nisan 2011 Çarşamba
Boşluk
Geçen gün Haymatlosumla konuşuyordum,melankoli yazma dürtüsünü kesinlikle artırıyor falan filan diye.Yine melankoliğim hem de uzun zamandır olmadığım kadar yoğun.
Bilmiyorum nerden geldi neden geldi derdi neydi...Ama bildiğim şey,içimdekileri anlatamayacağım.İşte.Anlatamadım.Dakikalarca baktım bu boş sayfaya ama olmadı,her parmaklarımı oynatışımda yazdığım cümle az geldi içimdekine.İçimde de bir şey yok ya...
Neyse.
Bilmiyorum nerden geldi neden geldi derdi neydi...Ama bildiğim şey,içimdekileri anlatamayacağım.İşte.Anlatamadım.Dakikalarca baktım bu boş sayfaya ama olmadı,her parmaklarımı oynatışımda yazdığım cümle az geldi içimdekine.İçimde de bir şey yok ya...
Neyse.
9 Nisan 2011 Cumartesi
La città più bella...Viva Budapest!
Gecikmiş bir yazım var kafamda dönen,bugün de bunu paylaşmak istedim,nihayet!
Yaklaşık bir ay kadar önce bir arkadaşımı da yanıma alarak Doğu Avrupa'nın güzelliklerini keşfe çıktık.İlk durak:Budapeşte'ydi.
Aslını söylemek gerekirse gezinin başında öyle çok hevesli değildim gitmeye,görmeye.Nedense üzerimde bir bezginlik ve tembellik vardı ama biraz da arkadaşımın zorlamasıyla moda girmeye
çalıştım.Planımıza göre Budapeşte'de 2 gece
kalacaktık.Bir hostel ayarladık gitmeden önce.Güzel olacağını umarak.Çünkü gerçekten çok ucuzdu.
Budapeşte'ye akşam 8:30 civarında vardık.Havaalanından şehir merkezine nasıl gideceğimize,hangi otobüse bineceğimize,o otobüsün hangi saatlerde geleceğine kadar internetten ön araştırmamı yaptığım için çok rahattım.Ama yine de "Doğu Avrupa"ya yönelik bir ön yargımız vardı,biraz çekiniyorduk.Gerçi sanki Türkiye'den gelmiyoruz,sanki Hollanda bebesiyiz de tehlikeli olur sokaklar falan diye korkuyoruz o da ayrı bir mevzu.Her neyse en nihayetinde otobüse bindik efendim.Otobüs bizi şehir merkezine değil bir metro durağına bıraktı.Oradan metroyla şehir merkezine gidecektik.Metroya indiğimizde fark ettik farkı.Tamam İtalya'da öyle süper gelişmiş bir ülke değildi ama Budapeşte metrosu bizim Ankaray'ın yanında bile çağlar ötesinden gelmeydi.O kadar eski...Metro durağında indik ve hostelimize doğru yürümeye başladık ama binalar o kadar eskilerdi ki...Sanki Piyanist filmindeydik ve savaş henüz bitmişti.Kapkara binalar,boyalarının kalkmasından öte gerçekten binaların taşları dökülüyordu yerlere.Şaşırdık.Hostelimize vardık bu ruh haliyle,odamıza geçtik.Odamız 4 kişilikti.Yani bizden başka 2 kişi daha vardı,eşyaları duruyordu zaten odada biz girdiğimizde.Sonra ben resepsiyona bir şey sormaya gittim.Tabi ingilizce konuşuyorum.Orada da benim yaşlarımda bir kız adamla konuşuyordu.Sonra ben araya girip yakınlarda McDonald's olup olmadığını sordum.Sonra orada duran kız bana nereli olduğumu sordu.Meğerse o da Türkmüş.Bir geceliğine gelmiş.Birlikte yemek yesek sorun olup olmayacağını sordu,ben de tabi ki sorun olmayacağın söyleyerek onu da aldım yanımıza.Meğerse kız da Macaristan'da Erasmustaymış,Tıp okuyormuş falan.Enteresan bir akşam yemeğinden sonra odamıza geçtik,tam uykuya çekileceğiz saygıdeğer oda arkadaşlarımız damladılar.Zil zurna sarhoşlar.Odaya girdiler ama nasıl alkol kokusu.Derin bir offf çektim.
| Bu muhteşem bina da Parlamento! |
Bütün gün tarihi ve turistik yerleri gezmekten yorulmuş bedenimizi dinlendirmek üzere güzel bir kafe bulup oturduk.Bira içmeye karar verdik nitekim bulabileceğiniz en ucuz içecek biraydı.Macar birasını da böylece tatmış olduk.Ardından acıkan midemizi doyurmamız lazımdı tabi ki.Ne yesek ne yesek diye düşünürken bir Hint restoranı gördük.Macera arıyoruz ya hadi deneyelim dedik ve içeri girdik.Böyle lavaşa sarılmış tavuk parçalarından oluşan gayet fast-food bir hint yemeği sipariş ettik.Yemeye başladık ve acı gerçekle karşılaştık.Evet çok acıydı.Hayatımda hiç yemediğim kadar acı.Çiğ köfteleri utandıracak kadar acı!Gözlerimden yaşlar gele gele yemeye çalıştım ama baktım olmuyor ekmeğin içinden bol baharatlı tavukları uzaklaştırıp sadece ekmeği yemeye çalıştım ama ne fayda.Çabuk çabuk yiyip hemen mekanı terk ettik.Diğer arkadaşım da aynı şekilde kavruluyordu.
Yine önceden internette yaptığım araştırmalar sonucu bulduğum bir jazz bara gidiyorduk şimdi de.Gittik oturduk ama jazz yoktu maalesef.Yine de Bluesdan başlayıp popüler rocka doğru giden bir repertuvarları vardı canlı müzik yapan grubun.Orda da güzelce müziğimizi dinleyip biramızı içtikten sonra hostelimizin yolunu tuttuk.Bu kez odamızda 2 uzakdoğulu arkadaş vardı.Veee....Tüm gece horladılar.Senfoni orkestrası gibilerdi.Ağlamaklı ağlamaklı uyuduk,uyumayı denedik.
| Tuna Nehri kenarı. |
Bir sonraki rotamız Bratislava'ydı ve otobüsle geçecektik oraya.Bulduğumuz en ucuz otobüs biletini almıştık.Bilette otobüsün otogardan kalkacağı yazıyordu.Otogara geldiğimizde otobüsün kalkmasına yarım saat vardı.Hatta arkadaşım "niye bizi bu kadar erken getirdin,biraz daha baksaydık Tuna'ya" diye beynimi ütülüyordu.Ama hiç ummadığımız bir şekilde otobüsü bir türlü bulamadık.Kimse ingilizce bilmiyordu,bilet aldığımız firmanın bir bürosu bile yoktu.Ordan oraya koşturarak sorduk,elimizdeki kağıdı gösterdik.Ama anlayan anlatamıyordu,çoğu bizi anlamıyordu.Otobüsün kalkışına 5 dk kala son umut oradan bir gence sordum.Ve nihayet otobüsümüzü bulmuştuk.Meğerse salak firmanın otobüsü otogarın dışından kalkıyormuş,içinden değil.Ve bilete otogardan kalkıyor yazmışlar.Otobüse binen son yolculardık,koşa koşa gittik otobüse.İkimizde de bir gerginlik ki...Otobüse oturmamızla gevşeyen sinirlerimiz kahkaha kriziyle kendini gösterdi ve bu güzel gezimizi de büyük kahkahalarımızla sonlandırdık.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

